Sık Kullanılanlara Ekle |  Reklam  |  İletişim
  Röportaj 
  “Ömründe karakola gitmemiş hakimler müebbet verebiliyorlar…”
“Ömründe karakola gitmemiş hakimler müebbet verebiliyorlar…”
 
   

     İşte Anadol’un, EreğliBülteni Sorumlu Yayın Müdürü Sabriye Aşır’ın sorularına verdiği yanıtlarla, gündemdeki pek çok konuya ilişkin değerlendirmelerde bulunduğu röportajı…


     . CHP Grup Başkanvekilliği göreviniz sırasında, zaman zaman yargının siyasi tahakküm altına girdiğine yönelik eleştirilerde bulunuyordunuz. O günden bugüne, ülkede hukukun geldiği nokta için ne dersiniz?

     Türkiye’nin en önemli sorununa temas ediyorsunuz. Anayasa Referandumu, bir aldatmacaydı. Çok kötü bir aldatmacaydı. İleri demokrasi ve ‘seçkinlerin hukuku değil’ sloganıyla… Tam tersine, bugün Türkiye’de bağımsız yargıdan ve adaletten söz etmek mümkün değildir. Referandum yapıldı ve bununla birlikte Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yapısı değiştirildi. Sonra ona göre uygulama yapıldı. Siyasi parti kongrelerinde, özellikle CHP kongrelerinde, ‘yönetimi çarşaf listeyle mi seçelim-blok listeyle mi seçelim’ tartışmaları yaşanır. Sanki CHP’nin Alaplı ilçe kongresi, Ereğli ilçe kongresi yapılıyormuş gibi, referandumdan sonra Adalet Bakanlığı blok liste çıkardı. Ve Adalet Bakanlığı’nın çıkardığı blok listedeki hakimler, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nu oluşturdu. Yani bir ölçüde siyasete benzetirsek, onlar hükümetin delegeleri, Adalet Bakanlığı’nın delegeleridir artık. E bunlar, hakimlerin ve savcıların tasarruflarını müfettiş göndererek inceleyecekler, denetleyecekler, yapılan şikayetleri değerlendirecekler. Kim değerlendirecek? Adalet Bakanlığı’nın blok listeyle seçtirdiği insanlar, hakimler ve savcılar…
     Bu davalarda yüzlerce defa tanık olduk; adamın ıslak imzası yok, herhangi bir beyanı yok, üretilmiş CD’ler var, o CD’lerin sahte olduğu defalarca dile getiriliyor; ama hakimler dinlemiyor. Çünkü hakimler yanlış yaparsa, yanlış karar verirse bir müeyyidesi yok. Şikayet etseniz, o şikayeti kim inceleyecek? Blok listeyle seçilen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu. Oraya kim başkanlık yapıyor? Adalet Bakanı. Müsteşarı orada mı? Orada. Hangi adaletten bahsediyorsunuz?

     . Balyoz’dan sonra, Ergenekon Davası’nda karar geçtiğimiz ay açıklandı. Meclis’te temsil ettiğiniz iki kentin, İzmir ve Zonguldak’ın milletvekilleri de, bu dava nedeniyle görevlerini yapamadılar. Hem bu davalar, hem de Sayın Haberal ve Balbay için neler söylersiniz?

     Yaşar Ali Haberal, bizim CHP İl Yönetimi’nde İl Başkan Yardımcısı idi. Çok dürüst bir fırıncıydı. O fırın halen çalışır. Haberal Ailesi, aile dostlarımızdır. Birbirimizi sever, sayarız. Karar verildi ama Mehmet Haberal’ın neden mahkum olduğu belli değil. Karar metnine bakın, gerekçede yok. Haberal bu kadar sene hapis yattı. Hep ‘Benim suçum ne’ diye sordu. Söyleyemediler. Savcılar söyleyemedi duruşma boyunca, karar veren hakimler de söyleyemedi. Böyle adalet olur mu?
     Aynı şey, Mustafa Balbay’ın bilgisayarındaki notlar… Gazeteci tabii not tutacak, alacak, ileride onları yazı haline getirecek, dizi haline getirecek. Notlardan örgüt ortaya çıkar mı? Terörle mücadele için uğraşan, savaşan ordunun başındaki Genelkurmay Başkanı terörist! Ama siz asıl teröristlerle Oslo’da oturup pazarlık yapıyorsunuz. Asıl suç budur, Anayasa suçudur. Meclis’ten bir karar çıkmamış. Siz neye dayanarak devletin resmi organlarını, MİT müsteşarını terörist örgütün temsilcileriyle masaya oturtuyorsunuz? Sadece bu bile suçtur. Ve bu suçun da hesabı sorulur zamanı geldiğinde… Türkiye’de bugün adalet mekanizmasının işleyişi, bırakınız ileri demokrasiyi, çağdaş hukuk devletinde hiç yeri yoktur. Ve ülkelerdeki sıralamada Türkiye gittikçe maalesef alt sıralara düşmektedir. Yapılan anketlere göre de, ‘Türkiye’de adalete güveniyor musunuz’ sorusuna ‘Evet’ diyen yurttaşlarımızın sayısına gittikçe azalıyor. Geldiğimiz nokta budur. Ve bol bol geçmiş eleştiriliyor. Şunu belirtmem gerekir; bugün Silivri’de, Hasdal’da, Askeri Casusluk Davası’nda yapılan uygulamaları doğru bulan basın mensupları ya da vatandaşların, Yassıada’daki hukuksuzluğu eleştirmeye hakları yoktur. Yassıada da bir adalet lekesidir. Ama Silivri de, Ergenekon da öyledir. Yargılama, savunmaya verilen değer, yapılan kısıtlamalar karşılaştırıldığı vakit, ortaya çıkıyor. Maalesef kamuoyunda da, eski Genelkurmay Başkanı da dahil içeride yatan insanların, çok değerli amirallerimizin, Kardak Krizi’nde canını ortaya koyanların, PKK’ya karşı savaşanların sonları, mükafatları Silivri olmamalıydı, Hasdal olmamalıydı.

     . ‘Bugün ülkemizde yargıdan ve adaletten söz etmek mümkün değildir’ dediniz. İnsan adalete sığınamazsa, sığınacağı bir adalet yoksa ne yapabilir? Ve Sayın Haberal örneğinden hareketle; 4 yıl 4 ay tutuklu kalıyorsunuz, sonra serbest bırakılıyorsunuz ama kaldığınız süre yalnızca sizi etkilemiyor aslında… Siz tutukluyken, ameliyatını yapamadığınız hastalar, sizi milletvekilleri seçenler de ister-istemez cezalandırılıyorlar. Bunların hesabı nasıl yapılabilir?

     4,5 yıla yakın hapis yatmanın zararının telafisi maddeten de, manen de mümkün değil. Yani bunların yanında bir damla gibi, ben Barış Davası’nda bir sene hapis yattım. Beraat ettim, tazminat davası açtığımda 250 bin lira para verdiler. Ben 2,5 milyon lira vereyim o zamanın parasıyla, o kararı veren hakim bir sene hapis yatsın! Adalet Akademisi kurulurken, ben de komisyondaki tek hukukçu üyeydim. Önerge verdim, bir oyla reddedildi. Önergem şuydu; ‘Hakim ve savcı adayları, stajın en önemli şartı olarak, kimliğini belli etmeden 3 ay hapis yatacak.’ Bir oyla reddedildi. Ömründe karakola gitmemiş savcılar, hakimler müebbet ceza verebiliyorlar insanlara… Ya da uzun tutukluluklarla bu insanın ailesi, çocukları var, sağlığı gidiyor, hayatı kararıyor, meslek hayatı bitiyor; umurunda değil! Palalı adam serbest bırakılıyor ‘kaçma şüphesi yok’ denilerek. Sonra Fas’a gidiyor. Geliyor yine tutuklamıyorsun. Genelkurmay Başkanı hapiste tutuluyor. Osman Yıldırım beraat ediyor. Adam suçunu ikrar ediyor. Siz onu beraat ettiriyorsunuz. Bu beraat kararını topluma anlatın bakalım. Toplum vicdanı bunu kabul edebiliyor mu? Ve bu adam, yeğenini pazarlamış, yakınlarını öldürmeye teşebbüs etmiş, sabıkaları olan bir adam. Ama özel bir himaye gördü. Beraat kararı onu göstermiyor mu?

     . Ülkemizde Mayıs sonunda başlayan protesto gösterilerinin sebepleri arasında, muhalefet partilerinin etkili olma ve temsil anlamında yetersiz kaldıkları görüşleri de dile getirildi. Siz muhalefetin eksikliği ya da yetersizliği olduğunu düşünüyor musunuz?

     Gezi Olayları’ndan çıkarılacak dersler çoktur. Önce herkesin kabul ettiği bir gerçek, ‘depolitizasyon döneminde yetişen gençlerdir, kendilerinden başka kimseyi düşünmüyorlar, toplumdaki sorunlara ilgisizler’ diye küçümsediğimiz, eleştirdiğimiz bir kuşak, herkesi mahcup etti. Bu mahcubiyetten de, toplum mutluluk duydu. Sonuç olarak, Tayyip Erdoğan’ın Türkiye’de ve yurtdışında karizması çizildi. Artık düşüş dönemi başlamıştır. Yani en yüksek dönemi, kendisinin ‘ustalık dönemi’ dediği, grafiğin en üst noktasından aşağıya düşüşü başlamıştır. Karizması çizilmiştir, çizilmeye de devam etmektedir.
     Gezi Olayları’nı yaratanlar, muhalefeti de taca atmışlardır. Kısa devre yapmışlardır, muhalefeti by-pass ederek kendileri olaya doğrudan müdahil olmuşlardır. Ve muhalefetteki tüm partilerin de, buralara müdahil olmasını istememişlerdir. Buradan çıkarılacak dersler var. Parlamento içinde ve dışındaki muhalefet partileri, toplumun nabzını elinde tutabilselerdi, sosyal-toplumsal muhalefeti kucaklayabilselerdi Gezi Olayları olmazdı. O muhalefeti, muhalefet partileri yerine getirirlerdi.

     . Açılım ve barış süreci denilen gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?

     Bu açılım, barış falan bunlar sözden ibaret. Zaten söyleyene göre anlamı değişen sözcükler. Terör örgütleri çeşitli yerlerde vardır ve terörle mücadele edilir, müzakere edilmez. Ancak terör örgütü ‘Ben silahı bıraktım, bırakıyorum’ der, onun silahı bırakması güvence altına alınır, gerçekten silahı bırakmıştır. Siz de oturur onunla görüşürsünüz. Bu İngiltere’de de böyle olmuştur, İspanya’da da böyle olmuştur. Yani hem terör devam edecek, hem de siz onunla müzakere edeceksiniz… Bu eline koz vermektir. Müzakere devam ederken adam diyecek ki, ‘Kabul etmezsen bak terör arttı, ya benim söylediklerimi kabul edeceksin ya da terör artacak.’ Böyle bir şey olamaz. Ve Türkiye’de bu olmuştur.
     Ve yetkileri olmadığı halde verilen sözler var. PKK’nın Avrupa temsilcilerinden birisi, ‘Hükümetin beyanlarını, taahhütlerini açıklayabiliriz’ diyorlar. Hükümet ‘Yok böyle taahhüdümüz’ diyemiyor. Diyorsa da dolaştırarak söylüyor. Siz bir ülkede terör örgütüyle masaya oturacaksınız, bir takım vaatlerde bulunacaksınız ve bunlar Oslo’da deşifre olacak. O notlarda bizim hükümetimizin temsilcileri, ‘Beğenmediğiniz vali ve kaymakamları söyleyin, yerini değiştirelim’ diyorlar. Yani onlar terörle iyi mücadele ettikleri için terör örgütü beğenmiyor, işlerini zorlaştırıyor; bizimkiler de ‘İsterseniz onların yerini değiştirelim’ diyorlar. Bu nasıl terörle mücadeledir? Hangi noktaya geldik şimdi?
     Üniversitede 10 tane öğrencinin bir araya gelip yaptığı protestoda üzerlerine TOMA’larla su, gaz bombası yağdırıyorsunuz; Diyarbakır’daki cenaze töreninde adamlar Türk bayrağını indirip PKK bayrağını çekiyorlar, müdahale edilmiyor. Orada polis yok mu, devlet yok mu? Bu noktaya geldik. Terör örgütü tehditlerini devam ettiriyor, ‘Artık geri fren çekmeyeceğim’ diyor. Şimdi Tayyip Erdoğan da, yaklaşan Yerel Seçimler dolayısıyla vaatlerini yerine getirememe durumunda, demokratikleşme paketi adı altında Meclis’e türbanlı milletvekili girmesi sağlanacak. Demokratikleşmeden anladıkları da bu! Tabii terör örgütü bunu kabul etmeyecek, kendisine başka sözler verilmiş. Ve kendi yöntemleriyle mücadeleye başlayacak. O zaman ülke kaosa girecek. Türkiye’yi bu hale sokmaya ne hakkınız var?

     . Hükümetin sözlerini tutamayacağını ve terör olaylarının artma ihtimalinin olduğunu söylüyorsunuz…

     Evet. Ne sözler verildi onu öğrenmemiz gerekiyor. Adamlar böyle konuştuklarına göre, ‘Verdiğiniz sözleri yerine getirin’ diyorlar. Hükümetin de ya ‘Yalan söylüyorsunuz, biz size söz falan vermedik’ demesi gerekir. Ya da halka ‘Ben şunları şunları vaat etmiştim ama gerçekleştiremiyorum’ diye açıklayacak. Bunları bilmek, bizim yurttaş olarak hakkımız değil midir? İnsanların çocukları şehit oldular orada, onlarınki değil. Halkın bunları öğrenmeye hakkı yok mu? Ne görüştünüz? Sahi bir de Akil Adamlar vardı, bu soruları onlara soralım, onlar anlatsınlar…

     . Suriye ve Mısır’da yaşananlarla birlikte, hükümetin dış politikası da sert biçimde eleştirilmeye başlandı. AKP’nin dış politika çizgisiyle ilgili neler söyleyebilirsiniz?

     Yani çok dramatik… Değişen iktidarlara rağmen, Dışişleri Bakanlığı Cumhuriyet’in en önemli kadroları idi. Çok dikkatli çalışmalarla, tartışılır, kararlaştırılır ve uygulanırdı. Şimdi bu ortadan kalktı. Başbakan doğrudan müdahil oldu. ‘Sıfır sorun’ diye bir slogan attılar, olmayacak işlerin talepçisi oldular. Ermenistan’la sorunları çözmeden dostluk girişiminde bulundular. Suriye ile ahbap-çavuş ilişkilerine girişilmişti. Özel nişanlar, nikahlara özel uçaklarla gidiliyordu, tatiller yapılıyordu. Şimdi ne oldu? ‘Sıfır sorun’dan, Türkiye yalnız adamlığa itildi. Adına da ‘değerli yalnızlık’ diyorlar. Ve bu değerli yalnızlık Türkiye’ye hiç yakışmıyor. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri hiç bu kadar zor durumda kalmamıştı. Ülkenin gelmiş geçmiş en maceracı Dış İşleri Bakanı ve Başbakanı ile karşı karşıyayız.
     Mısır politikasında müthiş bir demagoji var. ‘Mursi halkın oylarıyla gelmiş, darbe olmuş, milli iradeye aykırı’ymış… Önce Mübarek diktatörlüğüne karşı Mısır halkı Tahrir Meydanı’nda mücadele verdi. Tam Mübarek’in devrileceği anlaşılınca, Müslüman Kardeşler ortaya çıktı ve devrimi çaldı. Sonra ne oldu? Asker geldi. Sonra? Recep Tayyip Erdoğan geldi ve cuntayla görüştü. Cuntanın Müslüman Kardeşlerle ilişkisini temin etmek için çabalarda bulundu. Ve çok kötü bir anayasa yapıldı. Kötü bir seçim yapıldı. Bazı kişiler ve partiler veto edildi. Halkın seçime katılımı yüzde 42 oldu. Seçmenlerin yüzde 58’i gidip oyunu kullanmadı, boykot etti. Müslüman Kardeşler, o yüzde 42’nin yüzde 24’ünü aldı. Mursi bu şekilde iktidara gelmiştir. Bunun ne kadar milli irade olduğu tartışılır. Seçimle geldi ama Hitler de seçimle geldi. Bir iktidar ‘Ben seçimle gitmeyeceğim’ diyorsa, nasıl devrilecek? Oyla gelmiş ama oyla gitmiyor.
     ‘Kadından cumhurbaşkanı olmayacak’ dedi. Kadınların denize girmesini bile yasaklayan kanun çıkardı. Söylemekten utanıyorum, ölen eşiyle 8 saat içerisinde cinsel münasebette bulunmayı mübah saydı. 9 yaşındaki kızların evlenebileceğini söyledi. İleri demokrasi bu mudur yani? Şimdi Mursi, demokrasi kahramanı haline getirildi? Bunları istiyor mu Tayyip Erdoğan; bunlar demokrasinin gerekleri midir? Bunları bir açıklasın… Hamaseti bırakalım…
     Demokrasi mücadelesi verdiklerini söyledikleri Özgür Suriye Ordusu, insanları gırtlağını keserek öldürüyor. Öldürdükleri adamın çıkarıp kalbini yiyorlar. Bunlar mı Suriye’ye demokrasi getirecekler? Önce, Özgür Suriye Ordusu’na Türkiye’den ne kadar silah gittiğini açıklaması lazım.

     . Müdahale için öne sürülen kimyasal silah iddiaları vardı…

     Bugünkü çağımızda, dışarıdan müdahale ile iktidar değiştirmenin çok zor, hatta imkansız olduğu kanıtlandı. Suriye Libya olmadı, Irak olmadı. Ve tüm insanlar, ‘Irak’a demokrasi gelecek, Saddam’ın elinde kimyasal silahlar var’ iddialarıyla uyutuldu. Ve bir buçuk milyon Müslüman öldürüldü. O 1 Mart Tezkeresi olmasaydı, - ki faturası Deniz Baykal’a çıkmıştır, kaset olayının sebebi odur, o günkü Cumhuriyet Halk Partisi tek bir fire vermeden oylamaya katıldı. CHP olmasaydı, 1 Mart Tezkeresi geçmişti. Trabzon Limanı Amerikalıların kullanımındaydı, Sabiha Gökçen onların kullanımında olacaktı. Marmaris Aksaz Deniz Üssü, İskenderun, Mersin limanları onların kullanımında olacaktı. İskenderun, Mersin çizgisinin doğusunda da 65 bin Amerikan askeri, ne zaman çıkacakları belli olmaksızın konuşlanacaklardı. O günkü CHP Lideri Deniz Baykal ve CHP’liler bunu önledi. 100 civarında da AKP’li milletvekili de, ellerini vicdanlarına koyarak Müslüman bir ülkenin ordusunun Müslüman bir başka ülkeye girmesine onay vermediler. Çünkü 3 aylık milletvekiliydiler, şimdiki gibi değillerdi. Ve iki oyla tezkere reddedildi.
     Şimdi geldiğimiz noktada, bu tür maceralara uluslararası camia müsaade etmiyor artık. Amerika ve Rusya anlaştılar, bugünkü sonuç ortaya çıktı. Ve insanlık büyük bir tehlikeden kurtuldu. Çünkü bir müdahale yüz binlerce insanın ölmesine yol açacaktı. İyot gibi açıkta kalan Recep Tayyip Erdoğan olduysa, bunu da halkımız değerlendirmeli. Böyle bir dış politikayı kuran ve yürütmeye çalışan Başbakan ve Dışişleri Bakanını da oylarıyla cezalandırmalıdır.

     . Gazeteciler ve basın kuruluşlarına yönelik baskılar da son dönemde iyiden iyiye arttı…

     Bu Anayasa Referandumu sırasında, Anayasa geçtiği takdirde olacakları sıralayanlardan birisiydim… Ancak ne olacağını bilmelerine rağmen, bar-bar bağıran bir topluluk da vardı karşımızda. Gördükleri eğitim, bilgi, birikim, deneyim, gazetecilik… ‘Yetmez ama evet’ diye bağırıyorlardı. Belki biraz absürt gelecek ama onların gazetelerinden kovulmalarına ben ‘Yetmez ama evet’ diyorum. Çünkü Türkiye’nin başına bu belanın gelmesine, o zaman yazılarıyla, kalemleriyle destek oldular. Şimdi mağdur durumdan kahramanlığa terfi etmeye hakları yoktur.
     Ama o zaman da, bugün de sağlam çizgisiyle dimdik ayakta duran basın mensuplarına, kanunen suç işlemedikleri için bir şey yapamayan, ama devletle ihalesi olan patronlarına baskı yapan bir iktidarın, çizdiği portre ortadadır. Basın dünyasında, medyada terör estiren bir iktidar vardır. Baskı yapan bir iktidar vardır. Ama bu baskılar hiçbir iktidarın ömrünü uzatmaz. 27 Mayıs’ı, 12 Mart’ı, 12 Eylül’ü yaşamış bir insan olarak söylüyorum; bu tür baskılar hiçbir iktidarın ömrünü uzatmamıştır.

     . Yeni kitabınız kısa süre önce yayımlandı. “Kasırga-Aera” romanınızdan söz edebilir misiniz?

     Kasırga romanında, İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler’in Nazi orduları tarafından işgal edilen Yunanistan anlatılıyor. 1941-1945 arasındaki dört yıllık dönemi kapsıyor ve işgale karşı Yunan halkının direnişini anlatıyor. Yunan kralı da İngilizlerin himayesinde Kahire’de, bir sürgün hükümeti kuruyor. O sürgün hükümetine asker olmak ve Almanların zulmünden kaçmak için Türkiye’ye akın eden insanlar var. Yani bugün Suriyelilerin geldiği Hatay, Antep gibi kentlerde kurulan çadırlar, kamplar o dönemde de Ege’nin çeşitli yerlerinde kurulmuş. Tabii Türkiye tarafsız, İsmet Paşa Almanları da kızdırmadan gizlice kadınları, çocukları, yaşlıları İngiliz gemilerine bindiriyor. Ve Kıbrıs’a götürülüyorlar. Askerlik çağında olanlarsa, İskenderiye’ye götürülerek kralın ordusuna katılıyorlar. Müthiş bir zulüm var ve işgal ordusu Yunanlıları aç bırakıyor. Sadece 1941’i 1942’ye bağlayan kışta Atina’da üç yüz bin kişi açlıktan ölüyor. Kurtuluş Savaşı’ndan çıkalı da daha 20 sene olmamış. Halkımız bunu unutuyor ve devletimiz, Kızılay, uluslararası kuruluşlarla irtibata geçerek Yunanistan’a, Kurtuluş ve Dumlupınar gemileriyle insani yardım yetiştirmeye başlıyor. Yalnızca resmi olarak devlet değil, halktan da insanlar oradaki akrabalarına yardım gönderiyorlar. İstanbul balıkçıları, tuttukları balıklardan gönderiyorlar. Parlamenterler, Yunanistan’daki parlamenterlere, Ankara Belediyesi çalışanları Atina Belediyesi çalışanlarına, işçiler ve sendikalar Yunanistan’daki işçi ve sendikalara paketlerle yardımlar gönderiyorlar. Bu kızgın ortamda, Türkiye’de de casuslar cirit atıyorlar. Bu tabloyu ve bu ortamda filizlenen bir aşkı anlatıyorum bu romanda. Bir de Türkiye bu durumda savaşa gitseydi, neler olacaktı o da ortaya çıkıyor. Şimdilerde İsmet İnönü’ye hakaret etmek, küfretmek, o dönemi aşağılamak, kötülemek, tarihi inkar etmek moda. Onlara da bir yanıt oluyor. İkinci Dünya Savaşı’na girmemekle, Türkiye neler kazandı ve girseydi neler kaybedecekti rakamlarla, olaylarla bunlar vurgulanıyor.

     . Faşizmin işgaline direnen Yunanistan’ı anlattığınız romanınızdan bugünün Türkiyesine dönersek… Son haftalarda en çok duyduğumuz sloganlardan birisi ‘Faşizme karşı omuz omuza’ idi. Siz ülkede faşizan baskılar olduğu ve Başbakan’ın yaşam biçimlerine müdahale ettiği yorumları için ne dersiniz?

     Başbakan istediği kadar demagoji yapsın, ‘Eğer ben diktatör olsaydım sen bu lafı söyleyemezdin, tutuklanırdın’ desin… Bu laflar, diktatörlüğün turnusol kağıdı değildir. Başbakan’ın psikolojisine bir bakalım: 23 Nisan’da çocuklar geliyorlar, 15-20 dakikalığına başbakan oluyorlar. Başbakan koltuğunu devrederken, çocuğa ne dedi? “Başbakan oldun artık, astığın astık, kestiğin kestik!” dedi. Başbakan, bu zihniyetin temsilcisi. Ayrıca, kuvvetler ayrılığını çok net biçimde tarihe yerleştiren, hukuka ve siyasete yerleştiren Montesquieu’dan bu tarafa, 200 yıl geçti. Ve çağdaş demokrasi Montesquieu’nun kuvvetler ayrılığı ilkesinde hayat buldu. Yasama, yürütme, yargı; hiçbiri bir diğerinden üstün değil. Devletin üç ayrı odağının bulunduğu bu sistem, halen daha iyi hale getirilmeye uğraşılıyor, tartışılıyor. Ama Recep Tayyip Erdoğan, daha üzerinden bir yıl geçmedi, açık olarak kuvvetler ayrılığının yanlış olduğunu beyan etti. “Kuvvetler ayrılığı varken, doğru-dürüst hükümet etmek mümkün değil” diye beyanları var. Bir insan, bir siyasetçi, eğer kuvvetler ayrılığını kötülüyor ve kuvvetler birliğinin gelmesini istiyorsa; ya da ‘Türk usulü başkanlık’ diyorsa, onun diktatöryal eğilimler taşıdığını tartışmak bile yanlıştır. Taşıyor demektir. Elinde güç olunca da bu konuda uygulama yapıyor. Ve yaptığı budur. Bir bakıyorsunuz polis bir topluluğa hiçbir şey yapmıyor, bir topluluğa gaz yağdırıyor, TOMA’yla su yağdırıyor. Demokratik ülkede böyle bir şey olabilir mi? Ülkemizde gençler öldü, birisi için gözyaşı dökmeyen, üzüntüsünü ifade etmeyen Başbakan, Mısır’da ölen bir genç kız için televizyonda ağlıyor. Madem bu kadar duygusalsın, bizim ülkemizde ölenler senin yurttaşın değil mi?
     Çağdaş bir ülkede iş başında olan çağdaş bir hükümet manzarası yok ne yazık ki. Ama bu tabloya bakıp karamsar mı olacağız? Hayır. Bu astığı astık iktidarların da ömürleri sınırlıdır. Gezi Olayları göstermiştir ki, halkımız koyun sürüsü değildir. Yetişmiş, demokrasiyi özümsemiş, özgürlüklerini benimsemiş bir kuşak vardır. Özel yaşamına müdahaleden hoşlanmayan, istediği gibi yaşamak isteyen ve Türkiye’yi laik, demokratik bir çizgide görmek isteyen kuşaklar yetişmiştir. Demokrasimizin sigortası budur. Ve her duran adam, bir demokrasi anıtıdır.
(Sabriye AŞIR)
 
Bu haber ile ilgili video
 
Yorumlarınız
 
IP   3.230.76.153  
Ad Soyad*
Yorum*
Güvenlik Kodu:
Güvenlik Kodu  
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.  
 
 Günün Diğer Gelişmeleri
28 Mart 2024
Karadeniz Ereğli Dijital Medya ve Gazeteciler Derneği (ERMED) üyesi gazeteciler, ERMED yönetimince d..
28 Mart 2024
Kdz. Ereğli Belediye Başkanı ve CHP Belediye Başkan Adayı Halil Posbıyık, seçim gezileri kapsamında ..
28 Mart 2024
Kdz. Ereğli Belediye Başkanı Halil Posbıyık, Dünya Down Sendromu Olimpiyatları’nda Masa Tenisi Branş..
28 Mart 2024
Birleşik Kamu-İş Genel Sekreteri Özgür Aras, 31 Mart Yerel Seçimleri’nin ardından dar gelirliler içi..
28 Mart 2024
Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Sürekli Eğitim Merkezi (ZBEÜSEM) tarafından düzenlenen Marka Ve..
28 Mart 2024
Seçime sayılı günler kala hız kesmeyen AK Parti Kdz. Ereğli Belediye Başkan Adayı İbrahim Sezer, ber..





 
Anasayfa | Sık Kullanılanlara Ekle | Yayın İlkeleri | Künye | Reklam | Facebook | Twitter | İletişim
ereglibulteni© 2012-2024 Tüm Hakları Saklıdır