Yüksek öğrenime başlayan kızımı okuluna yerleştirme çabası nedeniyle on beş gün uzak kaldım Zonguldak’tan. Gül yüzlümü, bir türlü çözemediğim pek çok sorunla baş başa bırakıp, sonunda, “kendi cehennetime” döndüm… Kilometrelerce yol kat ettim. Üç, beş kentini kısa sürelerle de olsa dolaşma, havasını soluma fırsatını buldum ülkenin. Her karışının büyük bir imar rezaleti ile yaşanabilir yer olmaktan çıkarıldığını müşahede etmekle birlikte, üzülerek belirtmeliyim ki, Zonguldak kadar da kötüsüne rastlamadım. Karayollarının hiç tartışmasız tamamı, bizimkinden çok iyiydi bir kere. Dahası neredeyse tüm kentler, plansız yapılaşmaya teslim olmakla birlikte yine de soluk alınabilecek alanlar vardı içinde. Tarihi, doğal ya da kentsel dokusu korunan bölgeler bir parça içini açıyordu insanın. Hepsinden önemlisi de, en küçük yerleşim birimleri bile Zonguldak’tan çok daha temizdi. Belediyeler bizimkilerden farklı olarak, hiç değilse temizlik hizmeti veriyordu oralarda.
Ayaküstü tanıştığım bir emekli astsubayla yaptığım on beş, yirmi dakikalık sohbette, bu kenti yönetenler adına utançtan yüzünü kızartmak bana düştü yine. Zonguldaklı olduğumu öğrenince yüzünü ekşiterek baktı suratıma. “Kentinizi görünce gözlerime inanamadım” diyerek başladığı sözlerine, “Zonguldak’ı bambaşka bir şekilde hayal ediyordum. Başbakan çıkarmış bir kentti sonuçta. Ama bu kadar bakımsız ve çirkin bir yerle karşılaşınca şaşkınlıktan küçük dilimi yutuyordum neredeyse. Kusara bakma ama sizin oralara devlet hiç uğramamış galiba.” Bir askeri tatbikat nedeniyle geldiği Zonguldak’ta, kaldığı üç beş saat içinde edindiği izlenimi, bu cümlelerle dile getiren emekli astsubaya diyecek hiçbir şey bulamadım ne yazık ki… Acı acı yutkundum ve “Dediklerinize tümüyle katılıyorum, bizim kentte ne devlet, ne de vizyonu olan bir devlet adamı uğradı” diyebildim yalnızca…
UMARIM DERS OLUR BİRİLERİNE Ben buralarda yokken, kentin gündemi, CHP’li dört meclis üyesinin yakınlarına sağladığı ballı, kaymaklı işle meşgul olmuş epeyce. AKP’li meclis üyelerinin de desteğiyle taammüden işledikleri suç nedeniyle, disiplin kuruluna sevk edilmeleri oldukça konuşulmuş kentte. Üzerinde konuşmayı hak eden bir konuydu bence de. Yapanın yaptığının yanına kâr kalmaması gerektiği gibi, “bal tutanın parmağını yaladığı” şark toplumlarına özgü kadim geleneği, siyasetin doğasındaki bir şeymiş gibi olağanlaştırarak içimize nakşeden anlayışlardan da arınmamız gerekiyor ayrıca. Bu açıdan atılan bu adımı son derece önemsiyor, CHP Disiplin Kurulu’nun gereken cezayı vermesini dört gözle bekliyorum. Yaşananlar ders olmalı, böylesi pişkinlikler siyasal hayatımızdan tümüyle uzaklaşmalıdır. Temiz bir topluma ulaşmanın yegane yolu da budur zaten…
Kente geldim, “Balyoz Davası” örse hışımla inen tokmak gibi abanıverdi üzerime. Bir sivil mahkeme, darbe yapma hazırlıkları içinde olduğu iddiasıyla, ordunun bir dönem görev yapmış komuta heyetinin neredeyse tamamını, onlarca yıl hapse mahkûm etti. Doğrusunu söylemek gerekirse, bu karar, devrim niteliğinde bir olaydı ülke için. Her on yılda bir askeri darbe ile yok edilen bir demokraside, askeri vesayetin sona erdiğini anlatıyordu bir ölçüde. De, ne yalan söyleyeyim, sevinemedim. Benim gibi ömrü askeri darbelerle mücadele içinde geçmiş; en kötü sivil idareyi, en iyi askeri idarenin on gömlek üstünde görmüş birinin bile sevinememesinin altında yatan neden, zanlıların adil bir şekilde yargılandığına dair, duyduğu, derin şüpheden ibaretti yalnızca. Yaşadıklarımız bize öğretti ki, hiçbir yüce amaca, kendine uygun olmayan yöntemlerle erişilemez. Bu ilkeden yola çıkınca, anti demokratik yargılamaların, demokratikleşmeye de, askeri vesayetin ortadan kaldırılmasına da hizmet etmeyeceği çok açık bir şekilde çıkıyor ortaya. Olsa olsa gücü elinde tutanların yeni iktidar biçimleri oluşturmasını sağlayacak bu durum, en çok emekçi halka zarar verir zannımca…
ACAR JURNALİSTİN HEZEYANLARI Ben buralarda yokken, kendini “gazeteci” addeden bir aklıevvel, hiçbir dayanağı olmayan yalan yanlış iddialarla salvo atışında bulunmuş bana. Dostlarımın “manda tersine basma” uyarılarını dikkate almayarak, tartışmaya girmeye çalıştığım zat-ı muhterem, en fazla kahvehane lakırdısı düzeyinde bir sözcük hazinesine sahip olduğu için, kullandığım sıradan sözcükleri bile, “entel dantel kelimeler” diye niteleterek, dalga geçmiş aklınca. Yalnızca iyi bir arkadaşlıktan öte hiçbir ilişkim olmayan Mustafa Özdemir’i, öfkesi aklının önüne geçtiği için zaman zaman isimleri de karıştırarak patronum ilan etmiş. Diline doladığı büfenin yarı parasının benim üzerime çekilen kredi ile karşılandığını, zaman zaman amele maaşımdan Mustafa’ya kalıp, kâğıt için ödünç para verdiğim bilgisine sahip değil elbette. Olsa bile o bildiğini okuyacaktır yine. Gerçek değil, ayaküstü yaptığımız ilk ve son sohbette dile getirdiği gibi, “işine geldiği” gibi yazmak önemli onun için çünkü…
Aman efendim, acar jurnaliste göre neler de yapıyormuşum ben… Gazeteden ayrılan emekçilerin alacakları konusunda yazmıyormuşum, patronum izin vermiyormuş çünkü… Halkın Sesi’nin patronu, kendi cesaret edemediği için kodu mu oturtan, dört cihan fatihi bir jurnaliste, benim kalemimin üzerinden saldırıyormuş. İşret sofralarında yedi, yirmi dört âlem yapıp, çanak yalayan bencileyin bir sarhoş, ağzımdan taaffün eden rayiha ile o pir-u pak bedenine içkinin guddesi bile değmemiş erbab-ı kaleme, hâşâ huzurdan, nasıl laf edebilirmişim? Bulduğu her fırsatta “iştirakçilik” lafları eden bendenizin, moda deyimle sosyalistliği de çakmaymış, ajandamı polise veren hainlerdenmişim çünkü… Burhan Felek’ten bir asır önce feleğin çemberinden geçmiş acar jurnalistten öğrenmeliymişim bunları…
Hepsine bir kalemde gülüp geçtim de şu “ajanda” meselesi hakkında iki çift laf etmek istedim yalnızca. Bunca lafı da, konuya girmek için ettim, sinek küçük ama mide bulandırıyor çünkü… 1989’da, “elin kalem tutuyor” diye, GMİS bünyesinde oluşturduğumuz işçi komitelerinin yazmanı yaptı arkadaşlar beni. Grevin örgütlenmesinde oldukça büyük işlev gören bu komitelerde konuşulanlarla, alınan kararları, verilen görev gereği, not ediyordum ajandama. Neyleyim, eksikli doğmuşum, acar jurnalist gibi hıfzetme yeteneğim yok ne yazık ki… O nedenle tuttuğum ve çok önemli bölümü, çok daha önceden basın açıklamalarıyla kamuya duyurulmuş notlardan oluşan ajanda, “komünizm propagandası” yaptığım iddiasıyla gözaltına alınırken, polis tarafından alındı. Evimde “yasak yayın” diye el konulan çuval dolusu kitabı, sonradan adli emanetten aldıysam da, ajandamı kaybettim bir şekilde. Bunu da bir yazımda anlattım. Acar jurnalistin hezeyanlarından yola çıkarak asla kavga etmeyeceğim bir dostum da, “Ben de, polis bunca bilgiye nasıl ulaştı diye düşünüyordum” diye bir spekülasyon yaptı sağda, solda. Bu bilgiye bir şekilde ulaşan zat-ı muhterem de mal bulmuş Mağribi gibi saldırdı… Birlikte gözaltına alındığımız kırktan fazla arkadaş da tanık ki, oradaki bilgilerden dolayı ne bir kişi suçlandı, ne de o meşum ajanda, herhangi bir iddiaya dayanak olarak kullanıldı davada. Hepsi bundan ibaret bu konuyu, sosyalist mücadelenin “s”sinden bihaber jurnalistin, sanki sosyalistliğimin kaç kırat olduğunu ölçecek bir izana sahipmiş gibi konu yapması, bana ancak istikrah getirtiyor, ama kamuoyuna bir şeyleri açıklamayı da görev olarak görüyorum ne yazık ki…