Uygarlığın -sözüm ona- gelişimiyle enerji, insanlığın en temel gereksinimlerinden biri olarak öne çıktı ve kapitalizmin “kâr ille de kâr” açgözlülüğüyle pompaladığı tüketim çılgınlığına koşut olarak, duyulan gereksinim de sürekli artış gösterdi. İktisatçıların “arz – talep dengesi” diye formüle ettiği vahşet, açığa çıkarılan gereksinimi hızla sektörleştirerek, zaman içinde, anamalcılığın en önemli kâr kaynağı haline dönüştürdü. Bilim insanlarının, talepteki baş döndürücü yükselişin bu hızla devam etmesi durumunda, kaynakların görünür bir gelecekte tükeneceğini, bozulan doğal ve ekolojik dengenin tüm canlı varlığını yok oluşa sürükleyeceğini ısrarla söylemesine ve zaman içinde toplumsal duyarlılığa dayalı olarak, sınırlayıcı kimi yasal düzenlemeler yapılmasına karşın, enerji üretimi ve tüketimi, ne yazık ki, gözü dönmüşlük boyutuna ulaştı.
Ülkemizdeyse bu alanda tam bir akıl tutulması yaşanıyor. AKP iktidarı, her şeyde olduğu gibi, enerji alanında da, ülkeyi küresel sermayeye eklemleyebilmek için, tüm kaynakları geri döndürülemez bir şekilde tahrip eden adımlar atıyor. 2004 yılında çıkardığı 4628 sayılı yasa ile Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) oluşturan AKP, daha önceleri devletin yükümlülüğü ve tekeli altında olan enerji üretimini özel sektöre açtı ve sektörel çeşitli desteklerin yanı sıra “alım garantisi” de vererek, yatırım yapacak şirketlerin riskini, sözcüğün tam anlamıyla sıfıra düşürdü. Bu da, paragözlerin iştahını kabarttı doğal olarak. Artık en küçük ölçekteki enerji kaynağı bile, başta “Anadolu Kaplanları” olmak üzere tüm anamalcıların ilgi alanı içindeydi.
AKARSULAR BANKNOT MATBAASINA DÖNÜŞTÜRÜLDÜ İlk yatırımı pahalı, işletmesiyse oldukça zahmetli olan diğer üretim sistemlerine göre, jeotermal enerji, daha rantabldı şirketler için. Belli bir kurulum maliyeti olsa da, işletme maliyeti son derece düşük, çalışacak işçi sayısı yok denecek kadar az, kâr ise kurulu güce dayalı olarak oldukça yüksekti. Dereler aktıkça ham madde gereksinimi de yoktu üstelik. Artık, ülkenin tüm akarsuları, hiç durmadan çalışan birer banknot matbaasına dönüşmüştü. İş makineleri evlerin önüne dayanıncaya kadar herkesten saklanan bir süreçte üçlü sacayağı kuruluyordu hemen. Paragözler debisini ölçtüğü derelerden dere beğeniyor, DSİ, su kullanım hakkını devrediyor, EPDK ise elektrik üretme lisansı vererek, atı alanın Üsküdar’ı geçtiği bir oldubittiyi hep birlikte hayata geçiriyorlardı. Bitkisi, ağacı, kurdu, kuşu, karıncası ile akarsuların çevresinde oluşan ekosistemin hiç hakkı yokmuş gibi, “Su akar, Türk bakar” vecizesiyle başlatılan kara propaganda da bunun içindi zaten…
Bundandı ama yine de kimi yasal engeller vardı enerji rantiyesinin önünde. Akarsular, çevrelerinde bir ekoloji oluşturuyor, kimi ekolojik bölgeler de yasalarla korunuyordu. Çevreyi değil de şirketleri korumayı kendine şiar edinen AKP hükümeti boş duramazdı elbette, devreye girdi hemen. 29 Aralık 2010 tarihinde, 6094 sayılı “Yenilenebilir Enerji Kaynaklarının Elektrik Enerjisi Üretiminde Kullanılması Hakkındaki Kanun”da değişiklik yaptı ve yasaya: “Milli park, tabiat parkı, tabiat anıtı ile tabiatı koruma alanlarında, muhafaza ormanlarında, yaban hayatı geliştirme sahalarında, özel çevre koruma bölgelerinde ilgili Bakanlığın, doğal sit alanlarında ise ilgili koruma bölge kurulunun olumlu görüşü alınmak kaydıyla yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı elektrik üretim tesislerinin kurulmasına izin verilir.” hükmü eklendi. Simsarlar diledikleri derede, ilgili makamlardan izin alarak üretim yapabileceklerdi. İdareden izin almak, ağza leblebi atmak kadar kolay bir işti nasılsa…
YÜRÜ YA SİMSARIM Bu da yetmemişti, çevrelerinde yabancı insanların dolaşmasından işkillenen köylüler ne olup bittiğini öğrenince direnişe geçiyordu hemen. Köylüler, yüz yıllardır yaşam pınarları olan; suyunu içip, bahçelerini yeşerttikleri derelerin ellerinden alınmasına, adeta, isyan ediyordu. AB uyum sürecinde çıkarılan, uygulanacak projelerin çevreye ne gibi etkileri olacağının belirlenmesini zorunlu kılan Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) raporu için yapılan bilgilendirme toplantıları, büyük kavgalara sahne oluyordu bu yüzden. Toplantısı yapılamayan projelere yönetmelik gereğince rapor verilmiyordu. Tarihte, “Osmanlı’da oyun bitmez” diye bir söz vardı ama “neo Osmanlıcı AKP”de hiç bitmiyordu. Hükümet, 14 Nisan 2011’de yönetmelikte değişiklik yaparak, 2015 yılına kadar uygulama projeleri onaylanmış, ilgili mevzuatlarca izin, ruhsat onay ya da kamulaştırma kararı alınmış, yatırım programına girmiş veya mevzi imar planı onaylanmış tüm projeleri, ÇED’den muaf tutuyordu. “Proje” aşamasında olan tüm yatırımlar kapsam dışı bırakılarak, “Yürü ya simsarım” diyordu sevgili rantiyesine.
Basından öğrendik ki, burnumuzun dibindeki Alaplı Çayı da nasibini almış HES çılgınlığından. “Aralık” adlı bir şirketi, 10 MW gücünde bir santral kuracakmış çayın üzerine. Siz de görmüşsünüzdür, son anda haberi olan köylüler muhtarları öncülüğünde direnişe geçmiş. “Derelerin Kardeşliği Platfomu”ndan kimi insanların katılımıyla yapılan bilgilendirme toplantısını izlemek için, ÖDP’li birkaç arkadaşımla birlikte Aşağı Dağköy’e gittim geçen gün. Kurulacak santralden zarar görecek altı köyün HES’çilere karşı nasıl birlik olduğunu görünce, ne yalan söyleyeyim içim ışıdı. HES’lerin tekmil Anadolu’daki ekolojik dengeyi nasıl bozduğunu anlatan belgeseli, yansıtıldığı pazarcı brandasından köylülerle birlikte izlerken, gözlerim yaşardı. Muhtardan daha çok bir Anadolu bilgesi olarak gördüğüm Muhtar İsa Korkulu’nun konuşmalarını hayranlıkla dinlerken, iyilerinin hepten göğe çekilmediğini düşünerek, insana olan inancım tazelendi bir kez daha. Doğrusunu söylemek gerekirse, gördüklerim, şu her yanından irin sızan karanlık dolu günlerde ruhuma iyi geldi.
Buradan, Alaplılara, Ereğlililere ve tüm Zonguldaklılara sesleniyorum. Safımızı seçme zamanı geldi artık… Ya, yer altı kaynakları, doğal güzellikleri ve insanıyla bir ülkeyi küresel sermayeye peşkeş çeken AKP ile onun işbirlikçilerinin koluna gireceğiz, ya da direnen Aşağıdağköy, Aydınyayla, İsafakılı, Musabeyli, Demirciler ve Gürpınar köylülerinin yanında alacağız yerimizi. Benim safım belli, bu yüzden alnım hep açık olacak tarih ve torunlarım önünde. Ya siz?