Yıllar önceydi, işyerinde öğle yemeğimizi yemiş, çaylarımızı yudumlarken, bir yandan da sohbet ediyorduk neşe içinde… Nasıl oldu hatırlamıyorum şimdi, lafın ucu geldi, bir anda, dini konulara dayanıverdi.
Sakalı kucağında bir arkadaşım, Kuran-ı Kerim üzerine sıkı bir nutuk çekmeye başladı. Onun lafzından, kerametinden, şefaatinden dem vurduktan sonra; 6666 ayettir, bilmem kaç cüzdür, en uzun suresi şudur, en kısa süresi budur gibi ezberindeki sayısal bilgileri peş peşe sıraladı ardı sıra…
En uzunu olan ve kimi âlimlerce Kuran’ın ayrıntılı bir özeti olduğu söylenen Bakara süresinden söz etti daha sonra. Bilgilerim taze olduğuna göre Türkçesinden yaptığım okumalardan birini yeni bitirmiş olmalıyım ki, biraz da muziplik olsun diye, “Şu ‘inek’ suresinden mi söz ediyorsun?” dedim.
Dini bütün arkadaşım, “Sen benim değerlerimle alay edemezsin” diyerek ayağa kalkıp, bir Müslüman’a gerçekten yakışmayacak galiz küfürlerle üzerime saldırdı, araya giren arkadaşlar olmasa belki de yumruk yumruğa bir kavgaya girişecektik. Olgunluk gösterdi, geldi, ertesi gün özür diledi benden. Bilgisine güvendiği birine sormuş öğrenmişti ki, “Bakara” inek anlamına geliyordu ve sure de, içinde geçen bir inek meselinden alıyordu adını.
Yaşadığım olayı şunun için anlattım, Samsun Müftüsü Yrd. Doç. Hayrettin Öztürk, “Kuran’da geçen her söz çocuklara isim olmaz” deyince, neredeyse, küçük kıyamet koptu ülkede. Dini, “Tanrı ile insanın arasında kurulan bir gönül köprüsü” olarak değil de, “Şekli kimi ritüelleri gerçekleştirerek iki dünyada da makam kazanmanın aracı” olarak gören çevreler, toplumun bu konudaki taassubuna da yaslanarak harekete geçti hemen.
Haber, gazetelerin birinci sayfasına taşınınca, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, “Bunlar, kastı aşan yorumlardır” açıklamasını yaptı. Daha sonra, “Söylediklerim magazinleştirildi” diyerek tevil etse de, Hayrettin Öztürk çok doğru bir şey yapmıştı bence. Din alanındaki her şeyi olduğu gibi bu konuları da tabulaştıran kimilerinin, kolaylıkla şiddet malzemesine dönüştürebileceği bir konuyu tartışmayı açarak, bir anlamda put kırmıştı. İşin en güzel yanı da, bunu Müftülük makamındayken yapmış olmasıydı. Adının önündeki akademik sânâ dayanarak konuşsaydı, pek çok çevre tarafından münafıklıkla suçlanması mümkündü pekâlâ…
PUTLAR BİR BİR KIRILIRKEN Bu yazıya göz gezdiren herkesin, müftünün şu dediklerini hem akıl, hem de gözü ile okumasını dilerim: “Aileler, çocuklarına Kuran’dan isim koymak isterken, anlamına çok dikkat etmeliler. Mesela ‘Sanem’ ismi çocuğa verilmemeli, ‘Sanem’, ‘put’ demektir. ‘Aleyna’ sıkça duyduğumuz bir isim, ama anlamı, ‘Üstümüze bela, sıkıntı aksın’ demektir. Kuran’da geçen her kelimenin isim olmayacağı bilinmelidir. Kuran-ı Kerim’de geçen her kelime, ‘Bu Kuran’da geçiyor isim olur’ mantığıyla çocuklara verilmemelidir. Anlamı iyi bilinmelidir. ‘Kezban’ ismi Kuran´da geçiyor diye veriliyor. Oysa ‘Kezban’, ‘yalancı’ demektir. Çocuğa bu ismi koyarsanız, ‘yalancı, yalancı’ diye çağırmak zorunda kalırsınız. ‘Bekir’, ‘deve yavrusu’ demektir. Hz. Ebubekir’in ismi Abdullah’tır. Ebubekir lakabıdır. Bu husus karıştırılmamalıdır. Rumeysa ‘gözü çapaklı kadın’ demektir.” İmzanızı atmaz mısınız altına? Tartışmaya katılan kimi müfessirler, her ne kadar, “Bu sözcüklerin başka anlamları da var” deseler de, yan anlamlarıyla da olsa, çocuklarımızı aşağılayan sözcükleri, salt Kuran’da geçiyor diye, her şeyden çok değer verdiğimiz çocuklarımıza vermek, hiç de akli bir süreci anlatmıyor bence de…
Geçtiğimiz günler içinde ezber bozan bir tartışma cümlesi de Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven’den geldi. Müdür Güven, “Dağda ölen teröriste ağlayamıyorsanız insan değilsiniz” deyince, sözcüğün tam anlamıyla, ülke ayağa kalktı. Başbakandan siyasi partilere, sivil toplum örgütlerinden kamu yöneticilerine kadar toplumsal tüm aktörlerin katıldığı tartışma, Başbakanın, “İnsanları katleden teröristin ölümüne ağlamayız” sözleriyle başka bir boyuta taşınsa da, içinde bulunduğumuz cinnet halinden kurtulmamız için ciddi olanaklar sunuyordu bence. Sığınacak son limanın vicdanlarımız olduğunu anlatırken, boşaltılan her köyün, yakılan her evin, işlenen her faili meçhul cinayetin sorunu içinden çıkılmaz hale getirdiğini söylerken, devletin izlediği güvenlikçi politikaların bir özeleştirisini de yapıyordu.
VİCDANIMIZ, AH O HEP KANAYAN YANIMIZ Şunu kabul etmeliyiz ki, Kürt sorunundan beslenen, çözülmesini istemeyen çok güçlü bir kesim var ülkede. Varlık sebeplerini neredeyse ülkenin güneydoğusunda akan kanda bulan bu çevreler, Başbakan’ın yaptığı açıklamayı da fırsat bilerek Diyarbakır’dan yükselen vicdani sese karşı harekete geçti ve Emniyet Müdürü Güven hakkında bir linç kampanyası başlatıldı hemen. Buldukları her fırsatta necip Türk milletinin merhametinden ve insan sevgisinden dem vuran bu çevreler, vaaz ettiklerinin tam aksine kin ve nefret söylemine sarılarak, kendi halkıyla alay ediyordu da, kendileri dâhil hiç kimse farkında değildi sergilenen garabetin. Öfke dolu hezeyanları, halkları birbirine düşman etme pahasına savurmak yerine sağduyulu cümleleri hararetle kurmak en çok gereksinim duyduğumuz şeydi oysa. En karşısında olduğu fikre bile tahammül gösteren bir âlicenaplık, Kürt sorununun barışçı çözümü doğrultusunda kazanılacak en büyük aşamadır ayrıca…
Ezber bozmaktan söz ettik ya. Ezber bozan bir alıntıyla bitireyim o halde yazımı. Radikal Gazetesi’nde yazılar da yazan Orhan Kemal Cengiz, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önünde birçok davaya katılmış bir avukat da aynı zamanda. Kürt sorununda, derdin kökünün nerelere kadar uzandığını anlamamız için not ettiğim bu cümleleri ondan emanet aldım: “Katlanılması en zor olanlarından birisi de köyleri yakılmış, yakınları kaçırılmış insanların hikâyelerini dinlemekti. O insanları gözünüzle görmek, canlı bir şekilde dinlemek başka hiçbir şeye benzemiyordu, inanın… Taşıması çok zor bir yük bırakıyorlar size… Eve atılan bir el bombası ile karnı yarılıp, bağırsakları dışarı çıkan kız çocuğunu bütün askerlerin önünden geçerek camiye götürüşünü anlatıyor bir anne, çocuk birkaç gün yaşamış kaldıkları camide. Bir yandan anne ile kızın dehşet dolu son anlarını, diğer taraftan yaralı bir çocuğu alıp hastaneye götürmeyecek kadar kin dolu askerleri düşünüyorsunuz…”