Yasaların bizlere tanıdığı sözüm ona tüm hakları bilip sonuna kadar kullansak da, yaşadığımız hayat karşısında ne kadar da çaresiziz aslında. Kendimizi en güçlü, en zinde hissettiğimiz zamanlarda bile, tanımı mümkün olmayan bir aczin içindeyiz. Kişisel sorunlarımızı bir nebze çözmüş, yüklerimizden bir parça arınmış olsak da, etrafımızda olan biten hiçbir şeyi değiştirmeye yetmiyor gücümüz. Mutlu zamanlarımızı çoğaltarak intikâm aldığımızı düşünsek de, pamuk ipliğiyle bağlıyız hayata. Ömrümüz, avuçlarımızın içinde tutamadığımız sular gibi sonsuz yok oluşa doğru akıp gidiyor hızla, ne kadar da sefiliz... Farkında olmanın, bilmenin cehennem çilesinden de beter yüküyle yaşamak zorunda olduğumuz için, her geçen gün daha da büyüyerek aşılmaz dağlara dönüşüyor sorunlarımız. En kötüsü de, bizi biz yapan değerlerle birlikte, gün gün, insan yanımız da tükeniyor. Birbirimize yabancılaşıp, usta olduğunu zannettiğimiz hayatta, elinden bir şey gelmeyen beceriksiz bir çırağa dönüşüyoruz…
Bırakınız zarar vermeyi, başkalarının hayatına küçücük de olsa gölge düşürmeyi azap sayan bir düstur üzerine yaşam çizgisi kuran bizim gibi insanlar için olan biteni anlamlandırmak, pek mümkün olmuyor bazen. Saflık bu ya, erki elinde tutan muktedirlerin bunca acımasız, insani duygudan bunca yoksun edimlerini de anlamlandıramıyoruz içimizde, kâr ille de kâr açgözlülerinin, doğayı, yaşadığımız çevreyi, hayatlarımızı hoyratça tarumar etmesini de… Üç kuruşluk çıkar için insanların nasıl bu kadar riyakâr; ağzı dili, yüreği olanların kötülükler karşısında nasıl bu denli sessiz kaldığına şaşarak bakmamız da bu tanımı olmayan saf yanımızdan geliyor. Tanığı olduğumuz bunca çirkinliğe karşın şaşma duygumuzu hâlâ yitirmemiş olmamız, Cemal Süreya’nın bir sözcüğünü değiştirerek söylemek gerekirse, “Kimse dokunamaz bizim masumiyetimize” dizelerinde saklı galiba. (…Biz kırıldık, daha da kırılırız / Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza.)
İnsan olmanın bedeli zor Çevresine duyarlı olmak kadar, insan olmanın bedeli de zor gerçekten. Kendi hayatında boğuştuğun bin bir derde ek olarak, bir de, kesilen her ağacın boşluğunda kahrolup, sokaktaki kediye değen taşın, inen tekmenin acısını en derininde duyarak yaşamak kolay değil gerçekten… Şiirler aksini söylese de, acılar pozitif olarak beslemiyor insanı, hüzün yaşam coşkusundan daha çok, marazi duygular uyandırıyor insanın içinde. Öfke, baldan tatlı dense de bedene de, yüreğe de, akla da ziyan sonuçlar doğuruyor. En coşkulu anlarınızda bile dalıp dalıp gidiyorsunuz bir yerlere; hiç bitmeyen bir huzursuzluğu nereye gitseniz yanınızda taşıyorsunuz… Her gün, pek çok şeyi paylaştığınız insanlara, yaşadığınız topluma kendinizi yabancı hissetmeniz, kendinizi yalıtmak için bulduğunuz ilk fırsatta kendi hapishanelerinize kaçma duygusu ile dolu olmanız hep buradan geliyor…
Tanrılar kaderimizi böyle yazmış galiba, kötü olan şu ki, bizim memlekette hep ölümlerle sınanmak düşüyor payımıza. Safımız, tüm insanlığın bunca yıldır yarattığı hasletlere ters bir biçimde hangi ölüme ağlayıp, hangi ölüme sevindiğimize göre çiziliyor. Ölümü değil yaşamı savunmak, savaş değil barış istemek, düşmanlıktan değil kardeşlikten söz etmek suç sayılıyor hayret verici bir şekilde... Hiç farkında değil misiniz, İrfan Yalçın’ın yeraltı insanlarının acı dolu hayatlarına dikkat çekmek için ürettiği “ölümlerden gelip, ölümlere gitmek” deyimi, tüm ülke için geçerli hale geldi artık. Üzülerek sormaksa insani hasletlerin peşinde koşan bizcileyin acizlere kaldı: Kimi ölümlerin bunca kutsanıp, kimilerininse sıradanlaştırıldığı kaç ülke var dünyada? Uzaklardan gelen ölüm haberlerini, sevinç çığlıklarıyla karşılayan bir toplum, insanlaşma sürecinin neresinde kalır acaba?
Vicdanlarımız da mahkûm ediliyor ölüme Söz ister istemez cezaevlerinde yaşanan ölüm orucu bahsine geldi doğal olarak. Manda gönüne çevirdiği yüreğinde bunca duyarlılığı taşıyan insanın, “Ölüm oruçlarında, ortaya çıkan görüntüleri hangi insani ölçüte vuracağız” diye sormaması mümkün mü sizce? “Ortalığa yayılan onca tezviratı, edilen yalan yanlış cümleleri hangi aklın terazisinde tartacağız” demesinden daha olağan bir şey var mı? Şunu peşinen söylemeliyim ki, bedenlerini ölüme yatıranlar, kendileriyle birlikte vicdanlarımızı da ölüme mahkûm ediyorlar aslında. Tarafı olamadığımız, müdahale edemediğimiz, gücümüzü yetiremediğimiz bir süreci vicdanlarımıza dayatarak, yaşam boyu vebal altında bırakan ağır bir yüke mahkûm ediyorlar bizleri. Fikirlerine hiç katılmasak, eylemlerini onaylamasak da, ortaya bedenlerinden başka koyacak hiçbir şeyi olmayan insanların çaresizliği dağlarken içimizi, onlardan gelecek ölüm haberlerini şehevi duygularla bekleyenlerle, olan biteni kayıtsızca seyredenler insan yanımızı acıtmakla kalmıyor yalnızca, bizi insansızlığa mahkûm ediyor…
Durup durup soruyorum kendime, biz nasıl üstesinden geleceğiz bunca zulmün? İnsan yanımızı bunca acının içinden süzülen öfke selinin bıraktığı tortudan nasıl arındıracağız? Kaderimizi elinde tutanların karşısında bunca çaresizken, derinlere gömülen umut tomurcuklarını nasıl yeşerteceğiz ülkemizde? Yetimevin viran yalnızlığı boynunu bükmüş dururken orada, yıldızsız gecelerin ürkü veren karanlığı uzak diyarların solgun anları olarak kalmışken, nasıl çoğaltacağız içimizdeki sevinci? Ah büyük çaresizliğimiz, zavallı insan yanımız ah… “Biz kırıldık daha da kırılırız / Ama katil de bilmiyor öldürdüğünü / Hırsız da bilmiyor çaldığını / Biz yeni bir hayatın acemileriyiz / Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor / Şiirimiz, aşkımız yeniden, / Son kötü günleri yaşıyoruz belki / İlk güzel günleri de yaşarız belki / Kekre bir şey var bu havada / Geçmişle gelecek arasında / Acıyla sevinç arasında / Öfkeyle bağış arasında”