Soğukların kendini iyice hissettirdiği yağmur yorgunu bir pazar sabahı, kara kara düşünüyorum bilgisayarın karşısında: Bugün ne yazsam acaba? Yo, hayır konu sıkıntısı falan çektiğim yok çok şükür. Ucunun nereye varacağını kimselerin bilmediği ufuklara doğru pupa yelken giden bir ülkenin, çoktan beri karanlıklara teslim olmuş kentinde kalem oynatan bencileyin bir garip için yazacak bir şeyler bulmak, pek çok şeyi başarmaktan çok daha kolay, emin olun bundan… Konulardan, konu beğenmiyor da değilim. Beni, “Şunu da yaz, bunu da yaz, o konunun üzerinden atlarsan yazıklar olsun sana” diye sürekli motive eden içimdeki şeytan, yelkenleri suya indirmiş, “Adam sen de, yazıyorsun da bir şey mi oluyor sanki?” diyerek, bir bezginlikten bir başka bezginliğe sürüklüyor bu kez... “Uzun uzun düşünüp, kılı kırk yaran titizlikle yazdığın yazıların, bir ham ervahın hezeyanları ya da dil bilmez bir kalemşorun Türkçe bozuğu cümleleri kadar bile kıymeti yok bu kentte” diye de yangına durmaksızın benzin döküyor ayrıca…
İçimdeki şeytana teslim olmayan aklıselimse her zamanki sorumluluk duygusuyla göreve çağırıyor beni. Yalnızca okura değil, kente karşı da sorumlu olduğumu söyledikten sonra, at izinin, it izine karıştığı şu bulamaçtan da beter günlerde doğru bildiğini söylemenin, karşı çıkmanın, itiraz cümleleri kurmanın kaçınılması mümkün olmayan tarihsel bir ödev olduğunu hatırlatıyor usulca… İçindeki aklıselime hep kulak vermiş, yönünü ondan gelen telkinlere göre belirlemiş biri olarak, aklımı çelmeye çalışan şeytanın da haklı yanları olduğunu düşünüyorum bu kez… Doğru değil mi kulağıma fısıldadığı: Kendimce hep doğru bildiklerimi yazdım da, portföyüme yeni düşmanlar eklemekten başka ne kazandım bugüne kadar? Onca göz nuru döktüm de küçücük de olsa bir şeyi mi değiştirebildim kentte? Ne kadar yazsam da, deve hamutuyla gidiyor yine, hiçbir şeyden çekinmeyen haramiler yutmak için kervanlar oluşturuyor… İşin doğrusu şu ki, başkalarının da onca yazısına karşın, değişeceğine dair en küçük bir alamet göstermeden, aklına esenin, canının dilediği işi kotardığı bir hercümerç içinde yuvarlanıp gidiyor Zonguldak…
BİR DE KASIK KASIM KASILMALARI YOK MU? Dahası, ipliği çoktan pazara çıkmış kimileri, söyleyecek benden çok sözü varmış gibi büyük bir pişkinlikle dolaşıyor ortalıkta Bu nasıl bir iş yahu? Örneğin, Kozlu’daki Lebi Derya konutlarında yaşananlar ortada. Belediye Başkanı Bay Ali Bektaş’ın bir PR danışmanı gibi pazarlayıp, “Kozlu’nun çehresi değişiyor” sözleriyle manevi kefaletini üstlendiği konutların arkasında yüzlerce mağdur bırakarak, trilyonluk bir kaya mezarına dönüşmesini tanık gözlerle izledi herkes. Bu durum defalarca yazıldı gazetelerde, pek çok köşe yazısına konu edildi. Ne değişti? Değişmesinden vazgeçtim, ne Bay Bektaş, ne yüklenici firma, ne de onların şakşakçılığını yapan adı gazeteciye çıkmış kalemtıraşlar, en küçük bir özür dileme gereği bile duymadı ne hikmetse… Kasım kasım kasılarak ortalıkta dolaşmaları da caba olarak kaldı yanımıza…
Daha da kötüsünü söyleyeyim. Bu konutlara beton veren firmanın sahibi Halkın Sesi’ne açıklama yaparak bir buçuk milyon lira (eski para ile bir buçuk trilyon) alacağı olduğunu, telefonla dahi olsa borcu ödeyecek bir muhatap bulamadığını, resmen dolandırıldığını söyledi geçtiğimiz günlerde. Gazetecilik etiğine bir parça sahip olan herkesin yapması gerektiği gibi Halkın Sesi de gerekeni yaptı ve haberleştirdi bu açıklamayı. Sıra borç ödemeye geldi mi sırra kadem basan firma yetkilileri, haklarında iddialar gazeteye yansıyınca birden zuhur edip gazeteye tekzip yolladı. Başvurulan mahkeme alenen ortada olan bu durumu görmedi de, şirketin kendilerine iftira edildiğini söyleyen tekzip metnini yayınlamayı mecbur kıldı. İçimdeki şeytan tam da burada devreye giriyor, “Kamuoyu vicdanını incitmekten bile çekinmeyen bu durumu sayfalar dolusu cümle ile dile getirsen, yeni bir beladan başka ne kazanacaksın? İyisi mi sus.” diyor arsızca…
SORULAR… SORULAR… Gelip geçerken sizler de görmüşsünüzdür mutlaka kaç gündür terminal çevresinde hummalı bir çalışma var. İller Bankası’ndan kredisini alan Zonguldak Belediyesi, 100. Yıl Terminali’nin çevre düzenlemesini yapıyor. Çalışmalar bittiğinde terminal ile Uğur Mumcu kavşağı arasındaki yola yeni bir şerit daha eklenecekmiş, son zamanlarda hepten kilitlenen trafik biraz rahatlayacakmış böylece. İçimdeki şeytan, “Rahat dur oğlum, oraların rezaletini defalarca yazmadın mı? Ne istiyorsun işte, öyle ya da böyle çevrenin daha güzel, trafiğin daha iyi olması için bir şeyler yapılıyor.” diyor ama aklıselim sorular fısıldıyor durmadan: “Neden Zonguldak Belediyesi’nin inşaat ihalelerini hep aynı firma alıyor? Tümüyle bir rastlantıdan ibaret mi, yoksa başka türlü bir şeyler mi var işin içinde? Hadi bundan vazgeçtim, bu yol çalışması lavuar alanına uygulanması düşünülen projeye entegre edildi mi? Yoksa ileride o projeye dayalı olarak başka bir yol çalışması daha mı gündeme gelecek? En büyük şüphem de şu: Son derece masummuş gibi görünen uygulamalar, orası burası tıraşlanarak iyice kuşa çevrilen lavuar alanındaki koruma kararının kaldırılmasına yönelik olmasın sakın?” Yılansı bir sesle fısıldıyor imdeki şeytan, “Sus be adam. Adını yine KÖT’e çıkaracaksın galiba!”
Kentteki inşaat furyası gaz kesmeden sürüyor. İçimdeki şeytan, “Yapı stoku yenileniyor, kötü görünümlü yapılar kalkıyor ortadan. Daha iyi donanıma sahip, insan onuruna yakışır çağdaş konutlar alıyor yerini. Nesine itiraz ediyorsun?” diyor ama aklıselim bir şeylerin ters gittiğini söylüyor ısrarla. Yapı stokunun yenilenirken özellikle hazır betonla birlikte inşaat kalitesinin de yükseldiğini söylemek nasıl işin erbabı olmayı gerektirmiyorsa, kentsel planlama açısından ortada bir rezaletin olduğunu söylemek için de bilgin olmaya gerek yok kesinlikle. Az katlı eski yapılar yıkılıyor, altyapıda hiçbir düzeltme olmadan, yoldan bir adım bile geri çekilmeden, aynı gabariye sahip çok katlı yapılar kuruluyor yerine. Adı caddeye çıkmış, asfaltı bozuk, kaldırımsız sokaklar aynı karanlığın içinde uzanıp gidiyor. Otoparkı, yeşil alanı, çocuk bahçesi olmayan bir apartmanlar silsilesi, çağdaş siteler diye sunuluyor bizlere. “Bunları dile getirmek, düzelmesi için çaba harcamak gerek” diyor aklıselim ama içimdeki şeytan dürtüyor yine: “Bugüne kadar harcadın da başın göğe mi erdi? Bir duyan mı oldu sanki?”
Boş gözlerle baktığım bilgisayarın karşısından o yana bu yana çekiştirilmekten yorgun bir halde kalkarken otururken aklıma çengellenen o meşum soru aklımda yine: Nesini yazayım ben bu işlerin?