Sevgili Oğulcan, Güzel yavrum,
Seni, çoğu insan gibi 1 Numaralı Uzun Mehmet Kuyusu önünde gördüm ben de. Endişe ile soğuktan kıpkırmızı olmuş o gül yüzünü bir daha da görebilir miyim, bilmiyorum. 630 metre derinlikteki karanlıktan gelecek haberleri endişeyle beklerken, kuyu çevresindeki kalabalığın uğultusunu, keskin bir bıçak gibi bölen sesin doldu kulağıma önce... “Babam,” diyordun “babamdan haber verin bana, öldüyse de söyleyin. Ne olur gizlemeyin. Babamdan haber verin bana, ne olur babamı gösterin...” Ardından üç-dört kişinin zapt etmekte zorlandığı dal bedeninin ilişti gözlerime. Henüz ölümün ne olduğunu bile duyumsayamayacak yaştaydın. Ama hayat işte, yitik babanı aramak için okuldan çıkmış, bir sırat köprüsüne dönen maden ocağının başına gelmiştin. Arkadaşlarıma sordum, sağ olarak kuyu dibine gelmek üzere olduğunu ve birazdan yukarıya çıkacağını söylediler babanın. Bir anda çiçekler açtı acılı yüreğimde... Aldığım haber her şeyi unutturdu. İçimde biriken sevinci, gözlerimden süzülen yaşlara yükleyebildim yalnızca...
Sana babanı getirecek asansörün halatları hareket ettiğinde, her gün binip indiğim demir kafes değil de, tepeden tırnağa sevinç ve umuttan ibaret ilahi bir güzelliği bekliyordum artık. Gözüme her zamankinden çok başka görünen asansör, kuyu başına geldi, durdu. Hiç dinmeyecek bir yorgunluğun ağırlığı gözlerindeki sürmeden belli birkaç kişinin ardından, baban göründü. O an, pelte gibi yığıldığım köşemden kıpırdayamadım bile. Kimseler fark etmedi ama ben de koştum seninle beraber kuyu başında duran kafese, bin yılların özlemi içimde birikmiş gibi ben de sarıldım babana sevinçle. Bekleşen insanların sevinç çığlıklarıyla alkışlarına ben de sesimi kattım. Ölenlerin tam olarak kaç kişi olduğunu bile henüz bilmiyordum ama senin coşkun sevincin, umudumu doruklayarak dayanma gücü verdi bana. Acıdan keçeleşen yüreğim, bir parça da olsa seninle teselli buldu...
Oğulların en canı, Ta çocuk yıllarımdan beri bu kaçıncı umutsuz bekleyişim ocak başlarında, unuttum çoktan. Hiç onmayacakmış gibi duran yaralarımın, tam da kabuk bağlamaya başladığı sıralarda oluk oluk kaçıncı kanayışı, inan, ben de bilmiyorum artık. Nelere tanık olmadım ki yaşadığım ömürde; içimin en derininde neleri saklamadım ki... Senin kuyu başında acılı çırpınışlarını izlerken, 92 grizusunda, oğlunu yitirmiş acılı bir ananın, gelinine sarılıp: “Ağlama demiyorum, ama boğum boğum ağla. Dün ağladık, bugün ağlıyoruz, yarın da ağlayacağız” deyişi geldi aklıma. Güzel yavrum, büyüklerin de farkındadır, ölüm, bu ellerin hiç değişmeyen yaman bir yazgısı olarak sunuluyor bize. Ölümlerden gelip ölümlere gitmek, tanrı Hades’in bir fermanıymış gibi anlatılıyor. Daha çok küçüksün, düşünmeye bile fırsatın olmamıştır henüz bunları: Ölüm, neden hep bizlere; hayatı hep meşakkatle geçmiş, gün yüzü görmemiş, bir gün bile ağız dolusu gülememişlere; derinden bir “oh” çekememişlere düşüyor sence? Tıpkı yerin en derininde çalışmak gibi, hayatın en dibinde yaşamak neden kaderimiz sayılıyor bizim? Yanıtlaması gerçekten zor sorular bunlar... Eminim ki, büyüyünce sen de bu soruların yanıtını arayacak, bu kısır döngünün aşılması için savaşacaksın karanlıklarla...
Benimse işim çok zor gerçekten. Aynı ocakta çalışıp, aynı kömürün karasından ekmeğimi çıkardığım insanların hatırası hiç küllenmeyen bir yangın olarak sürüp gidecek içimde… Hüzün, keder, tasa, öfke gibi duyguların bin bir tonunda dolanıp duracağım. Hüznüm, bir somun ekmeğin peşinde yitip giden arkadaşlarımın kara yazgısından geliyor elbette, yaşamayı en çok onların hak ettiğini düşünüyorum da, eziliyorum bu yükün altında… Kederimi, cinayete dönen bu kazalardan ders alınmamış olması besliyor. Biliyorum ki adına grizu, göçük, degaj denen başka kazalarda, başka insanlar ölecek yine, endişeliyim bu yüzden… Öfkemse, daha çok, her ölüm sonrasında kuyu başlarına doluşan iğreti yüzlere yöneliyor. Bu düzeni onlar kuruyor çünkü. Ölümlerimiz değil de devranın sürmesi önemli onlar için… Acıdan buruş buruş olmuş yüzümüze bile bakmadan, “Onlar ölsün, biz sefamızı sürelim” diyorlar sanki birbirlerine. “Kader deyip adına, boyun eğdirelim tevekkülle, ‘güzel öldüler’ diyerek güzellemeler yapalım… Onlar yansın aşağılarda, yukarıda biz, keyfimize bakalım…” Bu duygu, öfkemi daha da büyütüyor, o yüzden bir isyan bayrağı gibi şu sıralar yüreğim…
Dal bakışlı oğlum benim, Her daim dik tut boynunu, güzel başını önüne eğme sakın. Ne mutlu ki, bir emekçi çocuğusun sen. Baban ne başkalarının emeğini çalan bir asalak ne de, adı sayın bilmem kime çıkmış bir haramzade birileri gibi... Ekmeğin en namuslusunu, en öpülesi olanını getiriyor evinize, alnının teriyle yoğuruyor çünkü... Bunun değerini bil güzel yavrum. Adım gibi eminim ki, sizi sofradan gözü karnı tok olarak kaldırmaktan, ele güne muhtaç etmemekten başka bir beklentisi de yok babanın hayattan. Bu yüzden, ne okşarken yanağını acıtan nasırı, ne de gözlerinde ki sürmeleri utandırsın seni... Onun her yanına kömür isi bulaşmış kirli elbiseleri, en büyük onurun olsun. Biz başaramadık, büyü, koca adam ol, başka Oğulcan’ların babalarının yitmemesi için mücadele et hayatla. Şairin dediği gibi, bizim ışıtamadığımız suları, ışığınla, sen aydınlat...
Dediğim gibi gül yüzlüm, seni bir daha görebilir miyim, bilmiyorum. Ama nerede, kaç yaşında olursan ol, “oğulların en hası, yanağı en öpülesi” olarak bir yerin var gönül evimde...