Uzun süren suskunluğun ardından yeniden canlanmaya başlayan Türk sinemasının doruklara tırmanmaya başladığı günlerdi. Kimi yazarlarca “Bir emek, duygu ve halk estetiği şaheseri” olarak nitelenen “Vizontele”den sonra, “Vizontele Tuuba” filmi de fırtınalar koparmıştı ülkede. Çok izlenmiş, çokça da beğenilmişti. Konu Hakkâri’de geçse de filmlerin seti Van’ın Gevaş ilçesine kurulmuştu. Bir köşede unutulmuş gariban Gevaş’ın bahtı değişivermişti sanki bir anda. Kasaba bu zamana değin hiç de alışık olmadığı bir ilgiyle karşılaşmış, ekonomik yaşamı bile canlanmıştı. Gazetelerde yer alan haberlere göre, Gevaşlılar filmin yönetmeni Yılmaz Erdoğan’ın heykelini dikmeye hazırlanıyordu. Erdoğan tam da bu sıralarda Zonguldak’a geldi. Kentimizin iki yitik şairinin yaşamını filme almak için yürütülen çalışmaya start verdiklerini anlatıyordu bizlere.
İlk sözcükleriyle birlikte hüznün en derin sularına kulaç attığımı anımsıyorum... “Kendisi yorulmadan sokakları yoruluveren ve günleri birbirine benzeyen bir küçük şehirde”, kendi halinde, yaşayan gariban bir şairdi Rüştü. Verem denen illet, genç bedenini, acımasızca kemiriyordu. Sağlıksızdı. Bitimsiz bir karanlığa doğru soluksuz koşan ömrünün bir günbatımı kadar kısa süreceğini biliyordu. “Ya aşklarım, şiirlerim n’olacak?” dizelerini kurması bundandı belki de. Muzaffer Tayyip ile Kemal (Uluser) en yakın arkadaşlarıydı. İkinci Dünya Savaşı’nın o yokluk, yoksulluk ve kıyım günlerinin ülkemize hediyesi olan tüberküloz mikrobu, ne yazık ki, onların ciğerlerinde de yer bulmuştu kendine. Ama onlar veremden değil de yüreklerini saran düşlerden mustaripti. Hastalıklarını soranlara, “Şiir humması geçiyoruz” yanıtını veriyorlardı… Soluğunu enselerinde hissettikleri ölüm gelmeden, hayatın şiirini bulmaları lazımdı…
POPÜLER KÜLTÜR MALZEMESİ Buldular ya da bulamadılar. Bu benim değil edebiyat eleştirmenlerinin işi elbette. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, şairliğin tüm hakkını vererek sürdürdükleri bir yudumluk hayatla unutulmazları arasına girdiler şehrimizin. Güzellik duygusunun, estetik hazların, şiirsel düşlerin peşinde koşanlar onların adını hiç unutmadı bu yüzden. Muktedirlerin burun kıvırdığı, dönüp bakmaya bile gerek görmediği pek çok çalışmaya imza attılar inatla. Film gündeme gelince de aynısı oldu. Duyan olmasa da, kent için inanılmaz bir tanıtım olanağının doğduğu söylediler. Kentin simge isimlerine sahip çıkılması gerektiğini bıktırıncaya kadar anlattılar kamuoyuna. İşin garibi de şuydu ki, bu çabaları akıl almaz bir sağırlıkla karşılayanlar, filmin galasını en başköşelerde izledi, Yılmaz Erdoğan’ın yanında objektiflere poz vermek için birbirlerini parçaladı adeta…
Bu ikiyüzlüler için, adlarını ağızlarına bile almadıkları Rüştü ile Muzaffer en has Zonguldaklıydı artık. Kendilerine reklam olanağı sağlayan bir popüler kültür ürünü olmuşlardı çünkü. Çektikleri o büyük çile, hızla tüketilip, azami rant elde edildikten sonra kenara bırakılması gereken bir propaganda malzemesinden ibaretti yalnızca… Ece Ayhan’ın bir başka dolayımda söylediği ve film üzerine yazılmış yazılardan birinde rastladığım sözleri, özetliyordu durumu: “Bence, Orhan Veli´nin genç ve beklenmedik ölümünden sonra başlayan okur çoğalması, iğrenç ve canavarca bir ilgidir, akbabalıktır, emeğin karşılığının tinsel ve özdeksel açıdan sanatçısına ödenmemesidir. Okurun ilgisini kışkırtmak için ölüm pahası ha? Ve sizler de böyle bir sonucu büyük hesaplarınız için kullanacaksınız! Biz leş kargası okur istemiyoruz! Okur genellikle sanatçıya kendini sanatçı öldükten sonra verirmiş, filan. Bunun korkunçluğunu anlamadığımız belli oluyor.”
KIVIRCIKLARI BİT BOĞUYORDU Kimse yanlış anlamasın, Yılmaz Erdoğan’ın bunda bir kusuru yok elbette… Aksine, işini çok iyi yapan bir büyük yönetmen o. Gerçeğine ayna tutarak şehir efsanelerini bir bir yıktı bu kentin. İkinci Dünya Savaşı yıllarında tenis kortları, yüzme kulüpleri, vals yapılan geceleri ile Zonguldak’ın bir rüya kent olduğu yalanını yüzümüze çarpıverdi en başta. Kimi kandırıyorduk ki, tıpkı bugünkü gibi o yıllarda da iki katlı bir kentti Zonguldak. Üst katta EKİ’nin üst düzey yöneticileriyle birçoğu karaborsacılık yapan bir avuç tüccar kortlarda tenis oynar, Halkevi’nin salonlarında neşe içinde raks ederken; Mükellefiyet’in pençesinde kıvranan kıvırcıkları bit boğuyordu alt katlarda. Onlar bitimsiz karanlıklarda, grizularda göçüklerde ölürken, Muzaffer, Rüştü, Kemal gibi istidatlı gençler de yeterince beslenemedikleri için veremden kırılıyordu… Başkalarını bilmem ama ben, şairlerimin hayatına değil yalnızca, kentin bu yüzüne de ışık tuttuğu için teşekkür borçluyum ona…
Meraklısı İçin Notlar: Filmde Rüştü’nün hayatı neredeyse birebir anlatılırken Muzaffer Tayyip epey kurgulanmış. Okumalarımıza göre Mediha Sessiz gerçek bir karakterken, Suzan diye bir kız yok hayatlarında. Muzaffer posta memuru değil, EKİ’de, Mükellefiyet Takip Bürosu’nda çalışıyor. Anne ve babası ile birlikte yaşamıyor. EKİ’nin güvenlik biriminde işe başlayan ve emekli bir polis olan ağabeyi ile birlikte geliyor şehrimize. Necatigil de yaşamlarında bu kadar baskın bir karakter değil aslında. Zaten topu tüfeği iki yıl kalmış Zonguldak’ta ve o yıllarda, o da, yirmili yaşlarında henüz. Bilebildiğimiz kadarıyla Rüştü tıpkı filmde olduğu gibi girişken bir tip. Genç kızların sevgilisi sayılacak kadar da hovarda gönüllü. Muzaffer ise tam aksine, bir o kadar içine kapanık. Hafif aksayarak yürüdüğü, konuşurken teklediği söylenir. Necati Cumalı bir gözünün doğuştan kör olduğunu yazıyor. Rüştü öldüğünde yanında değil, Zonguldak’ta bulunuyor o sıralarda. Burada yayımlanan “Ocak” gazetesinde “Rüştü Ölmüş” sözcükleriyle başlayan hüzün dolu bir yazı kaleme alıyor hatta. Rüştü’den tam 4 yıl sonra ölüyor. Cenazesi ise Zonguldak’ta olay oluyor. Vali katılıyor cenazeye. Vali katılınca tüm hükümet erkânı ile EKİ’nin üst düzey bürokratları da orada yerini alıyor. Hatta bando bile çalıyor. Zonguldak’ta olduğunu bildiğimiz halde kayıtları tutulmadığı için mezarının hâlâ nerede olduğunu bilemiyoruz ne yazık ki…