Göreniniz vardır belki, Milliyet Gazetesi, 11-12-13 Mart tarihleri arasında, “Kelebeğin Rüyası Gerçek mi?” başlıklı bir röportaj dizisi yayımladı. Fikret Bila’nın yönlendirdiği Milliyet muhabirleri, “Yılmaz Erdoğan’ın filmde çizdiği Zonguldak resmi gerçek mi, yoksa film icabından mı ibaret?” sorusunun yanıtını aradı kentimizde. Görüştükleri pek çok insanın arasında ben de vardım. 1940’ların kültür yaşamı ile bugünü mukayese edebilecek birilerini sorunca, gönüllü danışmanlıklarını yapan Atilla Öksüz, sağ olsun, ZOKEV’i adres göstermiş. Kürşat Coşgun kent dışında olduğu için soruları yanıtlamak bana düştü. Ekiple bir saati aşan bir görüşme yaptım. Sorulanlara uzun uzun yanıtlar verdim. Görüşlerim, üç gün boyunca yayımlanan dizide parça parça yer alınca derdimi anlatamadığım hissine kapıldım ve bu yazı çıktı ortaya…
Öncelikle diziyi hazırlayan Burcu Ünal’ı kutlamak gerekiyor. “Gazeteci sezgisi” denen şey bu olsa gerek, hiç tanımadığı bir kentin, hiç bilmediği bir dönemini, son derece iyi kavramış ve yazı dizisinin tanıtım bölümünde kurduğu tek cümle ile de özetleyivermiş: “Elit tabaka’ 1960’ların sonuna hatta 80’lere kadar İstanbul’la yarışan, baloların düzenlendiği, canlı bir gece hayatına sahip, modayı yakından takip eden, bahçıvanların bin bir emekle bakımını yaptığı bahçeli evlerin olduğu bir Zonguldak’ta yaşarken, işçiler, şehrin o tarafına asla geçemedikleri, yoksullukla mücadele ettikleri, pavyon adı verilen 150 kişilik bit-pire dolu yatakhanelerde kaldıkları bir Zonguldak’ta çile dolduruyordu.”
BİR KÜLTÜRLER MOZAYİĞİ Becerebildim mi bilmiyorum, ben de, tam olarak bunu anlatmaya çalıştım zaten. Bana yekten sorulan, “1940’lı yılların sosyal hayatta, kültürel yaşamda İstanbul’la yarışan Zonguldak’ı bugün nerede?” sorusunu, “O dediğiniz şehir efsanesi” cümlesiyle yanıtlamaya başladım. Kortlarda tenis oynayan, balolarda dans eden insan görüntülerinin yanılsama olduğunu düşünüyordum çünkü. Çoğunluğunu EKİ’nin üst düzey bürokratlarıyla, kentin zenginliklerine el koyan ve birçoğu vurgunculuk yaparak zengin olan ticaret erbabının sürdüğü sefih hayat, kentin bir yüzünü gösteriyordu yalnızca. Öbür yüzünde zorla çalıştırma, bit, salgın hastalık, diz boyu ne kelime insan boyunu fersahlarca aşan bir yoksulluk vardı. Anımsadıkça içim acıyor hâlâ, tüm ömrü yoksullukla geçen zavallı babam, o yıllarda, mısır somağını öğüterek yaptıkları ekmeğin nasıl bir nimet olduğunu anlatır, eklerdi: “Onu bulduğumuz zamanlarda bayram ederdik…”
Her fırsatta dile getiriyorum, Zonguldak, Türkiye’nin sosyal tarihi açısından son derece önemlidir ve Türkiye’yi anlayabilmek için tarihi, sosyal ve kültürel açıdan iyi irdelenmesi gerekir. Yazmaya gerek yok belki, ülkenin endüstriyel süreçlerle ilk tanışan coğrafyasının yüz elli yıllık üretim tarihinde tarihsel ölçekli pek çok olay yaşandı, sayılmayacak kadar çok ilke imza atıldı. Dahası tarım toplumu ile endüstri toplumu arasında yaşanan gelgitlerde bambaşka bir kültür çıktı ortaya. Nice insanlar gelip, geçti. Bir sohbetimiz sırasında Necdet Sakaoğlu anlatmıştı. “Ankara’nın başkent ilan edilmesiyle İstanbul’da işsiz kalan bürokratlar, Osmanlı paşalarının yakınları Zonguldak’a gönderildi. ‘Gidin orada iş bulun kendinize’ dendi. Onlar kendilerini değil yalnızca kültürlerini de taşıdılar Zonguldak’a. Buna bir de yabancı kumpanyaların izleri eklenince, kültürel açıdan bambaşka bir kent olup çıktı.”
GENİŞ BİR EĞİTİMLİ ÇEVRE VARDI Sordular, anlatmaya çalıştım. Tarımsal üretimden farklı olarak, endüstriyel süreçler, eğitimli insana gereksinim duyar bolca. Cumhuriyetin ilk yüksek okulunun burada açılmış olmasının nedeni de bu zaten. Kırklı yıllarda, pek çoğu yurt dışında eğitim görmüş bir yönetici topluluğu vardı EKİ’de. Maden Mektebi mezunlarının da katılımıyla birlikte havzadaki “teknik eleman” sayısı hızla artıyordu. Bunlar cumhuriyete inanmış kadrolardı da aynı zamanda. Önemli bölümü cumhuriyeti kuranların uluslaşma, millet yaratma, asrileşme idealine gönülden destek veriyordu. Yüzlercesi Zonguldak Halkevi’nde bir araya gelerek ciddi çalışmalara imza attı. Diğer Anadolu kentlerinde “eğitimli insan” denince, öğretmenlerle cami imamları akla gelirken, burada bunlara ek olarak geniş bir teknokrat çevre vardı. Zonguldak’ın kültürel yaşamının dikkat çekici olması bundandı bence. Bu çaptaki bir kentte, iki elin parmağı kadar insan, kentin kültürel yaşamını değiştirebilirdi pekâlâ…
Verdiğim röportajda Türkiye’nin bize borçlu olduğunu da anlatmaya çalıştım. Zonguldak hep veren kentti bana göre… Kömür üretimi için ne lazımsa o kadar yatırım yapıldı. Örneğin, çıkarılan kömür deniz yolu ile başta İstanbul olmak üzere sahil kentlerine taşınırken, İç Anadolu’ya ulaştırmak için demiryolu yapıldı. Tarih araştırmacısı Ekrem Murat Zaman, “Kömüre Giden Demiryolu” adlı makalesinde, o yolun, nasıl bir meşakkatle yapıldığını çok güzel anlatır. Kömürün Ankara’ya varması ile Zonguldak’ın ulaşım sorunu da çözülmüştü adeta. Ülkede karayolu taşımacılığı özendirilir, en ücra köşelere bile karayolu ile ulaşılırken Zonguldak’ın hep göz ardı edimlisi bundandı. Çizilen projeksiyonda önemli olan kömürün dolaşımıydı, gerisinin hiçbir önemi yoktu ne yazık ki…
Zonguldak’ın değişmeyen kaderinden de söz ettim bir parça. 1867’de Dilaver Paşa’nın yaptığı tertibin hala geçerli olduğunu söyledim. Hangi köyün nerelerde çalışacağının o günlerde belirlendiğini, gruplu çalışmanın, ta o zamandan miras kaldığını anlattım. Kentin makus talihini anlatmak için sevgili öğretmenim Behçet Kalaycı’nın dizelerini okudum onlara: “Hiç değişmeyen yaman bir yazgıyla / Oğullar yollanır Hades’in diyarına / Kurumadan babaya dökülen yaşlar / Oğulların öyküsü başlar / Yapışıp babalarının bıraktığı kanlı kazmaya / Başlarlar ölümcül kömür kazmaya…” diyordu değerli öğretmenim. Bitirirken, kenti yöneten ham ervahın filmle birlikte nükseden Rüştü-Muzaffer sevdasına getirdim sözü. Fırsatını bulursanız sorum dedim: Siz onları bu kadar seviyordunuz da, neden bir sokağa Rüştü Onur adını vermediniz? Muzaffer Tayyip’in adı vazgeçtim bir kültür merkezinden küçücük de olsa kamusal bir yapıya niçin verilmedi bugüne kadar?