“Yokluktan yokluk çıkar ya da hiçten hiç çıkar, doğanın en büyük kanunlarından biridir bu. Bir ağacı düşünün, öz suyu olmadan çiçek açabilir mi? Ruhun da öz suyu vardır. Bu su, bir kez canlandı mı, yüreğin derinliklerinde yaşayıp durur. Orada olaylara göre; bir yatışırlar, bir kabarırlar. Gelgelelim, hep orada kalırlar, orada kalmaları da ruhu değiştirir elbette. Böylece, her yaşamın bir unutulmaz fırtınası olacaktır; uzun ya da kısa.”
Acı, ruhun tek gerçek duygusudur. Acı çekmeyen insan var mıdır şu hayatta ya da acı olmadan büyüyen bir varlık gördünüz mü hiç?
Acı, yeni doğan bir bebek gibidir. Sancısız olmaz ya da çocuk elini yakmadan ateşin varlığına inanmaz. Var olmak için yok olmak, kalkmak için de düşmek gerekir. Bazı şeyleri yanarak anlarız. Bir tohum gibi yavaş yavaş çatlayıp, güneşi bulmak için… Acı çekmek büyümek, büyümek ise güçlü olmaktır. Kalbin sert rüzgârlara dayanıklı olması için; önce çizilmesi, kanaması, düşmesi gerekir.
Acı o kadar kutsal ki, içimizdeki zehirleri kurutmak için sunulmuş, eski bir kadeh gibi…
Dostoyevski der ki; “Büyük insanlar şu dünyada büyük acılar çekmek zorundadırlar.” Elbet her insan kaldıramaz gerçek acıyı, ölmekten daha çok cesaret isteyen bu duyguyu her omuz yüklenemez.
Dostoyevski’nin dediği bir kadın tanıyorum. Acıyla özdeşleşmiş bir kadın: Frida Kahlo. Yirminci yüzyılın en iyi ressamı. Yaşamı onun kabuğunu küçük yaşta kıracak kadar sabırsız. Acı, onun umudunu ve mücadelesini besleyecek kadar güçlü.
Altı yaşındayken geçirdiği çocuk felci, ona ‘tahta bacak Frida’ denmesine neden olmuştu. Bana göre; gerçek Frida, o muhteşem kadın, acıyla yürümüş, varlığının büyük gayesine acıyla ulaşmıştı.
Şimdi on dokuz yaşında genç bir kadın düşünün: İyi bir baba, gelecek vaat eden bir okul, çalışan bir beyin, sonsuz yetenek… Sonra bir demirin bu zayıf bedenin ortasından geçtiğini hayal edin, Frida’nın hayatına saplanan o demiri. Frida’nın bindiği otobüs, bir tramvayla çarpışmış, bu ona; korseler, alçılar, otuz ameliyat ve parça parça toplanan bir vücuda mal olmuştu. Üstelik sonu olmayan bir adama âşık olmuş, kalbinde de çok fazla yara açmıştı.
Frida bu yaşadıkları arasında, acı adını hangisine vermeliydi bilmiyorum ama hepimizin hayatından soğuk demirler geçtiğini biliyorum. Kiminin bedeninden, kiminin ruhundan…
Önemli olansa Frida gibi bu acıyı sevebilmemiz, acının bizi şekillendirmesinden çok bizim acıya yön vermemiz, kalıba sokabilmemiz. Frida, acısını resim yaparak durdurdu, bir adam şiir yazdı, bir başkası roman, kimisi de sadece sustu. Birçok insan tanıyorum ki; kendine acımaktan öteye gidemeyen, yaşamını gri sularda boğan. Ve birçok insan gördüm ki; acısı onu güçlü kılan, acıyı gülücüklerle dolduran, ruhunu inşa edip, kendi çiçeklerini yetiştirebilen.
Her canlı acıyla doğar ve ölür. Bizi kendimize getiren, dayanıklı kılan bu güçlü duygu; yaşamın her anında bizimle birliktedir. Bir gölge gibi takip eder insanoğlunu. Bizi yeşillendiren bu öz suyu kurursa, artık yaşamın bir anlamı kalmaz. Öz suyunuzu kaybetmemeniz dileğiyle…