Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk ve Odatv gibi ‘kumpas’lığı kanıtlanmış davalarda hapsedilenlerin, bu davalar ve yaşadıkları süreçle ilgili yazdıkları kitaplar, neredeyse hukukta mütevazı bir yeni alan kütüphanesi oluşturabilecek genişliğe ulaştı. Bu yayınların neredeyse tamamı, sözünü ettiğimiz davalarda dört duvar arasına hapsedilenlerin, bizzat kendileri tarafından kaleme alındı…
Suzan Yılmaz Okar’ın daha birkaç gün önce raflarda yerini alan kitabı ‘Bir ceza hikayesi’ ise, bu kitaplığa ‘yeni bir bakış açısı’ katarak eklendi…
‘Bir ceza hikâyesi’, bu türden davalarla ilgili, Ergenekon Davası’nda 13 ay tutuklu kaldığı cezaevinden ölüm döşeğindeyken tahliye edilip beş gün sonra yaşamını yitiren Kuddusi Okkır’ın eşi Sabriye Okkır’ın yazdığı Cinayeti Gördük kitabından sonra, bir eş tarafından yazılmış ikinci kitap olma özelliğini taşıyor…
Suzan Yılmaz Okar, ‘hiç tanımadığı insanlarla aynı örgütün üyesi’ olduğu iddiasıyla 21 Eylül 2010’da tutuklanan, 30 Nisan 2012’deki beşinci duruşmasında da tahliye edilen gazeteci Baha Okar’ın eşi ve bir yazın emekçisi…
‘Bir ceza hikâyesi’nde de, bir sabaha karşı evlerine yapılan baskınla gözaltına alınıp tutuklanan ve 588 gün dört duvar arasında kalan eşiyle, onun tutsaklığı süresince eşzamanlı olarak yaşadıkları esareti anlatıyor: “Hayatımın hiçbir döneminde bu kadar acı çekmedim. Onca acı yaşarken yine hayatımın hiçbir döneminde bu kadar çiçekli elbise giymedim. Ve yine bir mektubun kıyısına ya da bir kâğıda bu kadar kelebek, çiçek, kuş, deniz, sandal ve ev resmetmedim.” Devlet memuriyetindeki ‘eş durumu’ tayinlerini bilirsiniz…
İşte, Suzan Yılmaz Okar, bu peşin-ceza davalarındaki durumun da bundan çok farklı olmadığını dile getiriyor. Eşinin ‘zorunlu tayini’nin, onu da dışarıda nasıl bir tutsaklığa mahkûm ettiğini yazıyor: “İnsanın bedeninde hüküm süren soğukluk çok tuhaf bir duyguydu. Üzerimdeki umutsuzluk beynimi didik didik edip, kalbimi kemiriyordu. Ah diyordum, olanı biteni insanlara anlatabilsek, elinde kılıçla tüm benliğimizi ele geçirmeye çalışan şu adaletsizliğin, soysuzluğun üzerindeki örtüyü çekip atabilsek!” Bu davalarla hapsedilen insanların yaşadıklarına, her birimiz ilgimiz ölçüsünde, gördüklerimiz-okuduklarımızla tanık olduk. Ancak, bunun kadar yakından tanık olamadığımız diğer bir durum ise, hapsedilen insanların dışarıda olan yakınlarının yaşadıklarıydı. ‘Fiziksel olarak’ dışarıda olan aile, eş ve yakınların da, en az hapsedilen kadar tutsak bir yaşama zorunlu kılındığını ve ‘dışarıdaki tutsaklar’ın yaşadığı ağır süreci anlatan Suzan Yılmaz Okar, bu davaların neden olduğu sancıların ‘duvarın ötesindeki’ yüzünü gösteriyor…
Evlerine yapılan sabaha karşı baskını, eşinin tutuklanması, görüş yollarında yaşananlar, her duruşma sırasında ‘acaba bu kez…’ diye tazelenen umutlar, dakikalarla sınırlanmamış tek iletişim yolu olan mektuplar, cezaevinde gerçekleşen evlilikleri ve…
Yüzlerce gün sonra gelen tahliye kararına, diğer mahkûm yakınlarının yanında sevinebilmenin bile mümkün olmayışı…
Aslında yalnızca dört duvar arasına konulanın değil, onun tüm sevdiklerinin cezalandırıldığının öyküsünü anlatıyor Suzan Yılmaz Okar…
‘Bir ceza hikâyesi’ bu yönüyle, babası, eşi, oğlu, kızı, kardeşi hapsedilenlerin, o günlerde ve halen neler yaşadığına ışık tutuyor: “Yaşadığımız sadece bizim hikâyemiz değil. Şu anda devam eden onlarca haksız yargılamada bilmediğimiz daha ağır öyküler, yükler var eminim. Onlar daha kaç gece koyunlarında karanlıkla güne uyanacaklar bilmiyorum. Üstelik gerçek amacın, mahpusu iyileştirmek olmadığı; kimilerinin de siyasi ömürlerini uzatmak için öngördükleri uzun tutukluluk süreleriyle karşılaşıldığında, intikamla bezeli yüzleri bizzat görüyorsunuz. Aylar boyunca tek güçlü noktamız haklı olmamız, yani B.’nin haksız yere kapatılmasından aldığımız cesaret oldu. Yaşadığımız şeyleri inceltecek değilim, yer yer yorulduğumuz, umutsuzluğa kapıldığımız günler oldu. Ama yine de onların bizden beklediği gibi korkuyla yaşamaya boyun eğmedik.”
...
‘Bir ceza hikâyesi’, 19 Temmuz 2013’teki karar duruşmasında, hakkında 6 yıl 3 ay ceza verilen Bilim ve Gelecek dergisi editörü Baha Okar’ın yazdığı bir sonsöz bölümüyle bitiyor: “Türkiye hukuk tarihinin belki de en tuhaf davasında, Devrimci Karargâh davasında yargılandım ve iki yıla yakın bir süre hapiste kaldım. Polis fezlekelerinde gizli tanık ifadeleriyle öyle bir örgüt resmedilmiş ve kamuoyuna sunulmuştu ki, bir ucunda Ergenekon bir ucunda PKK vardı, bununla da kalmayıp Türkiye sosyalist hareketinin çeşitli yapılarının içine nüfuz etmişti. Farklı sosyalist parti ve çevrelerden, birbirlerini tanımayan ya da selam alıp vermiş olmak dışında aralarında bir bağ olmayan insanlar, bu davada aynı örgütün üyesi olarak yargılanıyordu. Türkiye’nin köklü ve gerici bir dönüşüme zorlandığı bir dönem yaşadık. Hukuk, kelime anlamının çağrıştırdığı haktan, adaletten tümüyle sıyrılarak bu dönüşümün en zorba ve keyfi silahı oldu. Ergenekon ve KCK davaları nasıl ulusalcıların ve Kürt hareketinin içinde buna direnç gösteren güçleri tasfiye etmek için tasarlanmışsa, Devrimci Karargâh davasıyla da sosyalistler hedef alınmıştı.
Davanın benim yargılandığım üçüncü dosyasının ise başka bir özgünlüğü vardı. Eski emniyet müdürü Hanefi Avcı, Gülen cemaatinin devlet içindeki örgütlenmesini teşhir eden bir kitap yazmıştı. Sesini kısmak, “terörist”lerle birlikte yargılayarak kamuoyu nezdinde itibarını ve inandırıcılığını yıkmak için alelacele onu da bu davaya dâhil ettiler. Bizim yargılandığımız dosyanın bu denli derme çatma kanıt ve sanıklar üzerine kurulması da, bu telaşla aceleye getirildiği içindir muhtemelen. Merak edenler için, yargılamanın sonucunda bir itirafçının Kuzey Irak’ta bir PKK kampına katıldığım yönündeki ifadesine dayanarak, aksini ispatlayan bütün kanıtlara rağmen örgüt üyeliğinden suçlu bulundum ve altı yıl üç ay ceza aldım. Dosya hala Yargıtay’da. Neticede söz konusu olan, emniyetin perde gerisindeki karanlık yapı tarafından tezgâhlanmış, savcıların birer icracı, yargıçların ise en fazla figüran olduğu bir davaydı. Adı geçen davaların tümünün ardında yatan bu gerçek, yargılamaların gerçekleştirildiği günlerde bir avuç muhalif tarafından dile getirilmişti. Bu davaların cemaat örgütlenmesi tarafından yürütülen bir siyasi tasfiye mücadelesi olduğu, yargının da bu çetenin elinde bir silaha dönüştüğü anlatılmıştı. O günlerde buna kim ne kadar inandı bilmiyorum. Ama artık ucu kendisine dokunduğu için, bir süredir Başbakan da aynı şeyi söylüyor. O emniyette ve yargıda örgütlü cemaatçi bir çeteden, bir “paralel devletten” bahsederken, cemaatin emniyet içindeki kilit unsuru olduğu iddia edilen eski istihbarat müdürü Ali Fuat Yılmazer, sözü geçen davalardaki tutuklamaların tümüyle Başbakan’ın bilgisi dâhilinde ve hatta onun talimatıyla gerçekleştiğini söylüyor. Hiç kuşku yok ki ikisi de yerden göğe kadar haklıdır. Türkiye’nin bir dönemini belirleyen bu davaları yürütenler, şimdi bölünmüş ve birbirine girmiş olsalar da, suç ortaklarıdır.”