İlk gün Perşembe gecesi Ereğli’den CHP İlçe Örgütü’yle birlikte yola çıkıp, sabahın erken saatlerinde Silivri’ye ulaştığımızda, Silivri Cezaevi’ne ulaşan yolun başındaki baklava dilimi şeklindeki birleşim noktası ve üst geçidin bulunduğu alanda indik.
O birleşim noktasını cezaevine bağlayan yol boyunca yoğunluk başlamıştı. Bazıları, üzerlerinde Atatürk’ün fotoğrafı basılı Türk bayrakları giymişlerdi. Yürüyenler ellerinde bayraklar, Atatürk posterleri, bayraklar taşıyordu. Yüzlerinde taşıdıkları da, o gün Silivri toprağına basmanın gururuydu…
BİR TERÖR ÖRGÜTÜ DÜŞÜNÜN Kİ, DESTEKÇİLERİ ADINA YARGILANSIN (!) Yol kenarlarındaki bariyerlerden birisinin üzerine çıkıp, önce bir-iki fotoğraf çektim, sonra da alanı-çevreyi izlemeye koyuldum. Sonra yerleşkenin içerisine uzanan yolu tamamlayıp büyük Duruşma Salonu’nun önüne ulaşabildim. Binlerce insan, ‘sabrın taşma hali’ni orada oluşlarıyla ortaya koyuyordu. Bu tepki, geç kalmış bir tepkiydi. Ancak öyle ya da böyle, işte sonunda on binlerce insanın burada olmasıyla, halkın bu davaya nasıl baktığı apaçık görülüyordu.
Düşündüm…
Ergenekon Davası’nda varlığı iddia edilen bir ‘terör örgütü’ydü.
Bu örgütün içerisinde olmakla itham edilenler arasında ülkenin Genelkurmay Başkanından tutun da, biri bilim adamı diğeri gazeteci olan iki milletvekili, pek çok asker ve aydın vardı.
Burada onlara destek vermek için toplanan insanlar bütünü de, onları yargılayan mahkemenin ‘adına’ karar verdiği Türk milletiydi.
Ne garip!
O mahkemenin ‘adına’ karar verdiği Türk milleti, yargılananları desteklemek, bu dava bütününe tepki vermek için ülkenin dört bir yanından orada buluşmuştu…
Bir iş gününde, kendi yaşamının gerektirdiği akışı ve sorumlulukları bir yana bırakan insanlar, bir değerli sorumluluk duygusuyla oradaydı…
Bırakamayıp, ‘yüreği orada olanlar’ da vardı elbette…
Onları da unutmamak gerekirdi…
Duruşma Salonu’nun etrafını çevreleyen kalabalığı ve olan-biteni televizyonlardan izlemişsinizdir. İçeride, avukatların direnişini ve duruşmada yaşananları da, Duruşma Salonu’na giremeyenlerden olduğumuz için aşama aşama öğrenebildik. Dava duruşmaları ‘kamuya açık’tı. Bir yerden sonra izleyicilerin tepkileri nedeniyle heyet kararıyla dışarıya çıkarılmaları bir yana, aklımda bir soru kaldı: Kamu yalnızca oraya gidip duruşmayı izlemek isteyenlerle mi sınırlıydı?
İkinci gün Cuma sabah soğuğu, yorgun bedenlerin hoş karşılamadığı telefonun alarmı kadar bile nazik değildi. Otel kapısından dışarı adım attığımızda bu nedenle yüzlerimiz bükülmüştü… Yeni duruma istemsiz biçimde alışmaya çalışırken, kapının hemen karşısındaki bir afiş gözümüze takıldı. Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın Basın Sözcüsü ve Bütün Dünya´nın Genel Yayın Yönetmeni Mete Akyol ile birlikte afişin fotoğrafını çektik, üzerinde konuştuk.
HANGİ TARİH YAZILIYOR? Daha önceki yöneticilerini Başbakanlığa kadar götüren bir şanslı görev noktası, İstanbul Büyükşehir Belediyesi imzalı afişte ‘Burada hep beraber tarih yazıyoruz!’ deniliyordu. Ve devam ediyordu: ‘Gelecek kuşaklar çok daha güzel bir Silivri’de yaşayacaklar.’ Anlamlıydı…
Asıl amacı, Silivri Belediyesi’nin bir dizi altyapı çalışmasını övmek olan bu afiş, aslında Silivri’nin diğer bir yanında yaşananlara da işaret çakıyordu…
Hangi tarihti o yazılan?
Günün tarihi miydi? Yoksa dünün, 13 Aralık’ta Silivri’ye yapılan çıkarmanın tarihi miydi?
Yoksa, pek çoğunun tek ortak noktası kendi alanlarında başarılarıyla sivrilmek olan, hepsinin –eğer suçsa, tek suçu vatanseverlik olan aydın insanların Silivri’de tutsak edilerek milletin ‘törpülenmesi’ operasyonu muydu bu ‘tarihi’ olan?
Onlar saf dışı bırakıldığında, onların saf dışı bırakılmasıyla millet daha çeki-düzenli bir hal alacak, sivri ve sesini çıkaran vatanseverler, Atatürkçüler törpülenecek böylelikle mi ‘Gelecek kuşaklar çok daha güzel yaşayacaklar’dı?..
‘Silivri’, tüm ‘törpülenesi sivrilerin yeri’ olduğunda mı ‘daha güzel’ olacaktı her şey?
(Bir duruşmanın anatomisi) Evet, sonunda ikinci günde yeniden Silivri Cezaevi’ndeyiz. Bugün, dünkü coşkunun yerinde sessizlik, yerlerde kırağı var. Küçük Duruşma Salonu’nun önünde ve kafeteryasında bekleyenlerin çok fazla olmadığını görmek, bugünkü duruşmayı izleyebilme umudumuzu artırdı.
İşte şimdi, sert soğuğun buruşturduğu yüzümüze sıcak bir gülümseme oturdu. Dış dünyayla irtibat sağlayacak ve kayda dair tüm elektronik eşyaları bıraktıktan sonra, ‘basın ve izleyiciler koğuşu’ olarak duruşmayı izlemeye hazırdık.
Davanın ‘suçlu olduğu sanılanları’ salona girince hemen bir hareketlilik başladı. Prof. Dr. Mehmet Haberal girdi içeriye… Mustafa Balbay, Tuncay Özkan… Derken tutsak yakınları sanıklar için ayrılan yerle kendi koğuş alanları arasındaki bir buçuk-iki metrelik uzaklıktan ‘konuşmaya’ başladılar. Süre kısıtlıydı… Biriken sözler çok… İşaretleşmeler, el sallamalar, gülümsemeler, kucaklama işaretleri…
O dışarıdaki hava kadar soğuk ‘Duruşma başladı’ sesi duyulana değin…
Mahkeme heyeti tarafından, avukatların talep ve savunmaları dinlendi. Serdar Öztürk’ün avukatı Demet Rençber, bir belgede parmak izi analizi yapılması için üç yıldan bu yana beklediklerini söyledi. Demet Hanım’ın konuşması sırasında araya giren Üye Hakim Sedat Sami Haşıloğlu, onun milletvekilleri ve basın orada olduğu için ‘şov yaptığını’ ifade etti. Ve aynen şunları söyledi: “Hakimleri kimse boks torbasına çeviremez. Hakimlere saydıramazsınız. Mahkeme dün tüm tahriklere rağmen olgunluğunu korudu. Mahkeme her türlü hakarete ve sataşmaya sessiz kalacak. Bunu mu istiyorsunuz?” Mahkeme Başkanı Hasan Hüseyin Özese ise, Avukat Zeynep Küçük’ün konuşması arasında şunları söyleyecekti: “Burada Türk milleti adına yargılama yapılıyor. Kimseden talimat, tavsiye almıyoruz. Vicdanımız rahat.” Bu sözler ‘vicdanları rahat olmayan bizim koğuş’ için sabır testiydi adeta… Test sürecek, bu anlar tekrarlanacaktı…
Zeynep Küçük devam etti, “Hukuksuzlukta bile bir denge olması gerekir!” dedi. Ortada olduğu iddia edilen bir terör örgütüydü, ancak böyle bir örgütün ne yapısı, ne programı, ne toplantıları, ne eylemleri ne de talimatları vardı… Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet Gazetesi’ne bomba atılmasının dışında, tüm iddiaların dedikodudan ibaret olduğunu belirterek Danıştay davasının bu davadan ayrılmasını talep etti.
“Hukuksuzlukta bile bir denge olması gerekir!” Ne acı söz…
KORKULUKLAR… Duruşmada öğle arası zamanıydı. Ve salonun dolması ile boşaltılması sırasındaki o kısacık zaman dilimi, sanıklarla yakınlarının o bir buçuk-iki metrelik ve korkuluklarla ayrılmış koridor boyunca karşılıklı ‘duruşma’ anıydı…
Prof. Dr. Mehmet Haberal, geldi korkuluklara iyice yaklaştı. Mete Bey’le, oğulları Erkan ve Kemal Haberal’la ve kendisini görmek için oraya gelen diğer dostlarıyla selamlaştı. İşaretleşerek konuştular. Bu sırada elbette diğer sanık yakınları için de aynı şey geçerliydi. ‘Bizim koğuş’ tarafındaki korkuluklara uzak kalanlar sanık yakınlarının kimileri, korkulukların etrafındaki diğer sanık yakınlarına duydukları saygıdan ötürü geri dönüp sandalyelerin üzerine çıkarak yakınlarıyla ‘her şeye rağmen’ selamlaştılar.
‘Ne garip söz korkuluk’ dedim kendi kendime…
Ancak öyle bir dil geliştirilmişti ki orada, dilbilgisi temeli sevgiye dayalı ve hiçbir kuralı olmayan…
Harfleri ve sözleri işaretleşmeler, gülücükler, ‘kucaklıyorum’ diye kollarını kendine doğru kavuşturmalar, dudak okumalar, ‘iyiyim, güçlüyüm’ diyen öbür taraftakilerin yumruklarını sıkıp yukarı kaldırmaları dünya üzerindeki tüm dilleri konuşanlar tarafından anlaşılırdı…
Ne garip sözdü ‘korkuluk’…
Orada bile karşımıza çıkmıştı…
Ama ‘korkuluk’ yetmiyordu sevgi diliyle anlaşanları ayırmaya, hiçbir gücün yetmeyeceği gibi…
GENELKURMAY BAŞKANININ DEVLETLE NE İLGİSİ VAR! Öğle arasından sonra ikinci bölüm başladı. En dikkat çeken ifadelerden birisi Hikmet Çiçek’in konuşmasıydı. Davanın tamamıyla gizli tanık ifadeleriyle yürütüldüğünü söyleyerek, “Gizli tanık Deniz’in Şemdin Sakık olduğu öğrenilince rezalet ortaya çıktı. Kamuoyu da buna tepki gösterdi.” dedi. Gizli tanık olarak ifadesi alınan Osman Yıldırım’ın, adı ifşa olunca bir daha ifadesinin alınarak ‘kendi kendisini doğrulatıldığı’ skandalını anlatan Çiçek, “Bir koyundan iki post çıkar mı?” diye sordu.
Davanın yalnızca toplumu korkutmak, sindirmek, Cumhuriyetle hesaplaşma için açıldığını vurgulayan Çiçek’in sözleri üzerine Mahkeme Başkanı Özese, “Öyle bir hesaplaşma yok. Cumhuriyet hepimizin Cumhuriyeti. Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıyız.” dedi.
Heyet başkanı ve üyelerinin bu tür sözleri üzerine, ‘bizim koğuş’takilerin karınlarına ağrılar giriyordu. Tepki vermek, söz söylemek isterken, orada bulunmalarının tek çaresinin izleyici sessizliğine bürünmek olmasının çaresizliğiydi ağrıların sebebi…
Genelkurmay Adli Müşaviri Tümgeneral Hıfzı Çubuklu konuştu: “Burada gördüğüm hukuksuzları, rüyamda görsem inanmazdım. Dün olanlar, mahkemenin keyfi uygulamalarına karşı bir duruştu. Bu nedenle, hukuk ve adalet adına bir ışık gördüğümü belirtmek isterim.” Çubuklu, heyet tarafından uyarıldı…
Şunlar son söyledikleriydi: “Ben olsam, o sandalyede bir dakika daha oturmam. Bu davalar bir şekilde biter. Ama hukuksuzluk yapanlar unutulmaz!” Duruşmada son olarak konuşan örgüt üyesi olarak tutuklanmışken, sonradan örgüt yöneticiliğine terfi eden İbrahim Özcan’dı, “Burada Türkiye Cumhuriyeti Devleti yargılanıyor.” dedi.
Özese, “Öyle bir şey yok.” deyince Özcan devam etti: “Yüksek Askeri Şura üyeleri, Genelkurmay Başkanı tutuklanmış...” Ve yine karın ağrıları, kıvranmalar nöbeti getiren sözler: “Bunun Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile bir ilgisi yok. Dava kapsamında gerekli olduğu içindir. Tutukluluk sebepleri dosyadaki delillerdir.” Genelkurmay Başkanı tutuklanmış ama Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile hiçbir ilgisi yok!..
İçiniz rahat olsun yani…
HABERAL’DAN ZONGULDAK’A SELAM VAR Duruşmada Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın avukatlarından Sinem Aytın da söz alarak, Haberal’ın bir bilim adamı ve cerrah olduğunu anımsattı. Haberal’ın hastalarının başında olması gerektiğini söyledi, hakkındaki iddiaların dayanaksız olduğunu ifade ederek tahliyesini istedi. Bu taleple birlikte, diğer tüm sanık ve sanık avukatlarının taleplerinin değerlendirilmesi ve karara bağlanması 17 Aralık Pazartesi’ye bırakıldı.
Duruşmanın kapatılmasından sonra, salon boşaltılana dek yine o kısa süre içerisinde, –tıpkı öğle arası verilirken olduğu gibi, Haberal ile selamlaştık. Bu kez ayrılırken bazı görevler verdi. Öncelikle söylemem gerekir ki, Zonguldaklılara selamlarını iletmemi istedi. Ardından değerli hocaları Canpolat Pamay ile Maksude Çubukçu’ya ve Ereğli Belediye Başkanı Halil Posbıyık’a selamlarını söylememi istedi. Canpolat Hoca görevi yerine getirildi, sırada Halil Posbıyık ile Maksude Hoca için verdiği görevi yerine getirmek, Maksude Hoca’nın ‘Haberal adına elini öperek selam-sevgilerini ulaştırmak’ var…
ANLADIM Kİ… Anladım ki, meslektaşım olsun olmasın, ülkede ne olup-bittiğini umursayan herkesin gidip mutlaka orada yaşananları görmesi gerekiyor. Orada yaşananların tanığı olmadan size Ergenekon’dan söz edenlere, Ergenekon yazıp-çizenlere inanmayın. Yaşananları kendi gözlerinizle görmek için ya bizzat gidin ya da en azından görmüş vicdan sahibi kalemleri okuyun-dinleyin.
Anladım ki, davada henüz deliller tartışılmamış durumda ve birleştirmelerle daha da dallandırılıp, budaklandırılmaya çalışılıyor. Zaten içinden çıkılmaz bir hal almış durumdaki bir milyon 200 sayfalık dosya, daha da kabarsın isteniyor.
Anladım ki, dosya ne kadar kabarırsa kabarsın, Perşembe günü oradaki kalabalıkla, tüm hukuksuzluklarıyla dava dosyası vicdanlarda çoktan çürüdü. Yalnızca ‘malumun ilamı’ gerekiyor. O da vicdanları rahatlatmak, ‘ülkede adalet, hak, hukuk var’ diyebilmek için…
Anladım ki, Silivri’de, tıpkı o afişteki gibi, gerçekten bir tarih yazılıyor…
Hangi tarih yazılıyor sorusunun yanıtı henüz yok…
Bunu 13 Aralık’ın önem ve değerinin bilincinde, sürekliliğinde olmak belirleyecek…