Bin pınarlı, rüzgârı bol, toprağı bereketli İda Dağı’nın tam eteğine kurulmuş şirin bir köy Zeytinli. Adından da anlaşıldığı gibi zeytinin varsıllaştırdığı yerleşkeye köy dediğime bakmayın siz. İçinde zeytinyağı fabrikasından, satış noktalarına; kafeteryalardan, piknik alanına kadar köylerde görmeye alışık olmadığımız pek çok şey bulunuyor. Başka bir örneği var mı bilmiyorum, Zeytinli, “İçinden belde çıkaran köy” unvanına da sahip aynı zamanda. Akçay’ın hemen bitişiğindeki kıyı şeridi turizmin yaygınlaşmasıyla birlikte hızla yapılaşınca belediye teşkilatına sahip, yirmi bine yakın nüfuslu bir şehir çıkmış ortaya. Dağın yamacındaki eski köyün tüzel kişiliği korunup, sahil şeridindeki tarlalarda azmanlaşan kent belde haline getirilmiş. Hâlâ da inşaatlar sürüyor. Bu hızla giderse, nüfusu, bağlı olduğu Edremit’i de aşacak belki de…
Gördüğüm bir afişin çağrısına uyarak geldim Zeytinli Köyü’ne. Gençlik Muhalefeti, 29 Temmuz’dan başlayarak bir hafta süresince, Güney Marmara Doğal ve Kültürel Çevreyi Koruma Derneği (GÜMÇED) ile Zeytinli Belediyesi’nin katkıları ve “Direnişte Özgürlük Var” sloganıyla bir gençlik kampı kurmuş buraya. Kamp süresi içinde de GÜMÇED ile birlikte, “Doğa için yürüyüş, konser ve miting” adlı bir de eylem düzenlenmiş. Afişten aldığım bilgiye göre, kamp alanında başlayacak ve yaklaşık yedi kilometre sürecek bir yürüyüşle belde merkezine gelinecek. Ardından Altınkum Cumhuriyet Meydanı’nda bir miting yapılacak. Sonrasında da Anadolu Müzik Topluluğu, Boğaziçi Caz Korosu, Moğollar ve Bandista’nın katılacağı bir konser gerçekleşecek. Doğrusu ya afişi görünce gömü bulmuş gibi ışık doldu içim. Böyle bir eylem olur da tatilde de olsam bana durmak yakışır mı, fotoğraf makinemi kaptım, en hafif kıyafetlerimi giyerek İda’nın dibindeki toplantı yerinde en az bir saat önceden yerimi aldım…
GEZİ’NİN RUHU DEĞİL KENDİSİ KAZ DAĞLARINDA Çevreye bakına bakına geldiğim kamp, çocukların, berrak sularını neşeyle kulaçladığı bir derenin ulu çınarlarla gölgelenen kıyısına kurulmuş. Aldığım bilgiye göre 650 genç katılmış kampa, miting nedeniyle bu sayı 850’ye çıkmış. Jandarma bir parça mırın kırın etse de kayda değer bir engel çıkartmamış. Çevre halkı ise son derece sıcak ilgi göstermiş gençlere, en azından aralarında hiçbir sorun yaşanmamış. Yemekten bulaşığa, temizlikten sair işlere her şey imece usulü yapılıyormuş. Tam o sırada kocaman bir süpürge ile kamp alanını süpüren ay bakışlı bir genç kıza, “Hiç evini süpürdün mü?” diye sordum neşe ile. Yanıt biraz müstehzi, biraz da mahcup bakışlarla geldi… Olan biteni anlamaya çalışırken yürüyüş kolu düzülmüştü bile. Büyük çoğunluğu genç, bine yakın insan sloganlarla yürüyüşe başladı. “Bu sıcakta, bu sayı muhteşem” diye düşünürken, miting alanına üç bine yaklaşan bir kalabalıkla gireceğimizi hayal edemezdim elbette… 35 derecenin üstündeki sıcakta, yol üzerindeki marketlerde bir bidon su bırakmadan neşe içinde bitirdik yürüyüşü… Yol boyunca sohbet ettiğim kuşağımdan bir çapulcuya, “Biz öfke ile savaştık, başaramadık; bu gençler neşeleri ile yıkacak haramilerin düzenini” derken umut doluydu içim…
Konuşmalar başladı daha sonra. TMMOB’dan, Gençlik Muhalefeti’nden, GÜMÇED’den temsilcilerle Brezilya’da direnişi örgütleyen hareketlerden biri olan JUNTOS temsilcisi konuştu sırayla. Gezi direnişinde yitirdiğimiz o şarabi eşkıyalar, Mehmet Ayvalıtaş, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Ali İhsan Korkmaz ve Medeni Yıldırım sık sık anıldı, bolca selam gönderildi anılarına. Ülkenin her dilinde türkü söyleyen Anadolu Müzik Topluluğu sahneye çıktığında coşku doruktaydı artık. Alanı bir hüzün bulutu gibi saran ağıtları söyledik birlikte, Gezi yitiklerine koro halinde gözyaşı döktük. Horon tepip, halay çektik el ele. Boğaziçi Caz Topluluğu’nun insan sesinin sınırlarında gezinerek seslendirdiği şarkıların ardından bu kez sıra Moğollar’daydı. O anıtı dikilesi Cahit Berkay, apak saçları ile bir müzik keşişi, daha çok da ikonası olarak sahnedeydi işte. Telli çalgıların neredeyse tamamını her zamanki enerjisi ile çaldı sahnede. Müzikteki yol arkadaşları Cem Karaca’ya, Barış Manço’ya selam gönderdi. Bir de yaş günü pastası vardı. Cahit Berkay o gün 67 yaşına girmişti. Sahne performansı kadar mücadele ile dolu 67 yılı da alkışladık… Gece yarısından sonra Bandista sahneye çıktığında enerjilerinin son bölümüyle coşkuyla dans etti insanlar, neşe ile oynadılar, karalılık dolu sloganlarla çınlattılar geceyi… Eve dönerken Gençlik Muhalefeti’nin, bu etkinlikle Gezi’nin ruhunu değil, kendisini İda’ya taşıdığını düşünüyordum. İhtiyacım varmış demek ki, ruhuma gayet de iyi geldi…
DOKUNULMMIŞ GÜZELLİĞİN ADI: BOZCAADA Bu ruh haliyle daldığım üç, dört saatlik uykudan telaşla uyandım, Bozcaada bizi bekliyordu çünkü… Çoluk çocuk doluştuğumuz aracın koltuklarına otururken afyonumuz patlamamıştı henüz. Ancak feribotta gelebildik kendimize. Ege Denizi’ni yara yara giden feribotun köpürttüğü iyot kokulu sular, esen rüzgârla zerrlerini savuruyor, görünmez elleriyle tenimize dokunarak dipdiri yapıyordu bizi. Mavi gülüşlerle indiğimiz Tenedos’un bakir güzelliği büyüleyiciydi. Rehberimiz Alaybey Camisi’nde başlayıp, şarap fabrikalarında biten bir yolculuğa çıkardı ilkin bizi. Parkur manidardı doğrusu. Zaten çok az sayıda olan yapıya objektifimi dört açtım, bin yılın bilgesi yapıların taştan duvarlarına dokundum sevgiyle, kapı, pencere işlemelerini saygıyla okşadım. Restore edilen kadim binaların renklerine vurgun bir yürekle geldiğim Ayazma Plajı’nda gördüklerim, sözcüklerle anlatılabilecek türden değildi. Önümde uzanıp giden Ege, sarıdan türkuaza, gök mavisinden, patlıcan moruna kadar doğanın bin bir renginde deviniyordu. Metrelerce ötede bile dibi görünen berrak su, sapsarı kumların üstünden, altın bir gülüşle parlıyordu yüzümüze. Ayazmanın kutlu sularını kulaçlarken yüzmüyordum da ilahi güce bedenimi teslim etmiş, günahlarımdan arınıyordum sanki…
Bozcaada’dan dönerken yine de yeğnimiş hissedemiyordum kendimi… Bir yanılsamanın içindeydik adeta, biz burada huzur deryasında yüzerken, hayat, tüm acımasızlığıyla akıp gidiyordu. İnsanlar ölüyordu dört bir yanında dünyanın, İda’da, Madra Dağı’nda, Kozak Yaylası’nda eşine az rastlanır ekosistemi bir avuç altın uğruna yok etmeyi kafasına koyan şirketler, yeni kumpaslar peşindeydi. Her yanı sularla kaplı bir toprak parçasında da olsa bu gerçeğin dışında kalmazdık. Bir başka adadaki yetimevin kıyısında gözelenen kırık bir aşk öyküsü düştü aklıma daha sonra. Vakitsiz sonlanmıştı. Hüzünle feribotun baş kısmına doğru yürüdüm. Burnunun yardığı sulardaki ak köpüklere baktım uzun uzun. Güneşin aynasında kristalleşerek prizmaya dönüşen sular, “Her şartta mutlu olmayı bilmelisin” der gibi bir gökkuşağı doğuruyordu. Büyülenen gözlerle baktım dünyanın bütün renklerine. Epeydir uzağında kaldığım kentimde koklamayı özlediğim ebruli hanımeli kokuları geldi burnuma, solup giden mor sümbülleri düşündüm… Mutlu olmalıydım, hayata öyle bir sözüm vardı çünkü…