Sırasını getirip yazamadım bir türlü, Bülent Ecevit Üniversitesi’nde, kentle hâlâ bütünleşmemiş de olsa, Alev Alatlı’ya fahri doktora unvanı verilmesinde olduğu gibi, “Bu da nereden çıktı şimdi” dedirtecek uygulamalara imza atılsa da, kültürel aktivitelerde, gözle görülür bir artış var. Çalışmalar, daha çok, Başbakan’ın bir konuşmasında ifade ettiği “muhafazakâr-modernleşmeci” nesil oluşturmaya yönelik faaliyetler dizgesi olarak öne çıksa da hiç yapılmamasından çok daha iyidir bence. Bu alana bir parça ilgi duyanların hatıralarındadır, daha önceleri kültürel etkinliklere hiç yer verilmezdi üniversitede. Edebiyat, resim, heykel gibi güzel sanatların, argo deyimle, “en baba” disiplinlerinde dişe dokunur bir çalışma yapılmazken, çoğu bahar şenliklerinde gerçekleşen müzik dinletileri, az sayıda tiyatro-sinema gösterisi ve fotoğraf sergileri ile yasak savılırdı. Konservatuarın kurulmasıyla, klasik ve caz müzik dinletilerinde kenti de içine alan canlanma, saman alevi gibi kaldı. Kurucu müdür Aydın İlik’in vefatının ardından hızla sönülmendi…
İşin doğrusu, bizim gibi taşra kentlerinde, bünyesinde Güzel Sanatlar Fakültesi, İletişim Fakültesi; İngiliz Dili ve Edebiyatı, Türk Dili ve Edebiyatı, Arkeoloji, Tarih ve Sosyoloji bölümleri bulunan bir üniversite, kentin kültürel gelişimi açısından büyük bir şanstır aslında. Bu bölümlerde görev yapan akademik personelle, buralarda eğitim gören öğrenciler, istedikleri takdirde, şehrin kültürel yaşamına çok değerli katkılar sunabilir çünkü. Dahası, üniversite, içtenlikli tavırlarıyla kentin entelektüel birikimini rahatlıkla içine alabilir. Yerelde çalışan insanlara hem bilimsel bir bakış, hem de akademik disiplin kazandırmış olur böylece. Unutulmamalıdır ki, alanıyla ilgili akademik çalışmalar kadar yöre kültürünü araştırmak, yerel kültür değerlerini ortaya çıkararak gelecek kuşaklara aktarmak, bu alanda sempozyum, kolokyum, panel türü ilgi duyan herkesin katılımına açık etkinlikleri düzenlemek, taşradaki üniversitelerin birincil görevleri arasındadır. Bana sorarsanız, kentle bütünleşmesi, yöre halkıyla arasındaki sınırların kaldırmasının yolu da buradan geçmektedir.
KENT-ÜNİVERSİTE İLİŞKİSİ KURULAMADI Bülent Ecevit Üniversitesi açısından durumu sorguladığımızda yolun henüz çok başında olduğumuzu üzülerek söylemek isterim. Tarihi 1924’e kadar uzandırılsa; Hacettepe Üniversitesi’ne bağlı bir akademi olarak hizmete başlamasının üzerinden kırk, üniversite olarak kuruluşunun üzerinden yirmi yılı aşkın bir zaman geçse de, “kent-üniversite ilişkisi” sağlıklı bir düzeye çıkarılamadı ne yazık ki. Muhalif görüşleri ile tanındığından olacak, kent tarihi, kültürü üzerine çalışan yerel aktörler, yerel sanatçılar, kent dışında yaşayan Zonguldaklı kültür-sanat ve bilim insanları ile ilişki geliştirilemedi. Tüm yönelimlerini resmi ideoloji üzerine kurgulayan ve bunun dışındaki tüm fikirlere şaşı bakan üniversite yönetimleri kadar, yerel yöneticilerin vurdumduymazlığının da payı çoktu bunda elbette. Akademik personel içinde kentle fikir alışverişi yapmak isteyen kimi bilim insanlarının kişisel girişimleri de çok fazla sonuç vermeyince, gerçekten kötü bir tablo çıktı ortaya.
Zonguldak Karaelmas Üniversitesi’nin kuruluş sürecindeki tartışmaları anımsıyorum da, böyle olmasını çok doğal karşılıyorum. Bilim üreten bir eğitim kurumundan daha çok, kente büyük kârlar kazandıracak ticarethane olarak kurgulanıyordu çünkü. ZKÜ bizi yöneten zevata göre hızla küçülen kent ekonomisini ayağa kaldıracak esaslı bir seçenek olacaktı. Hiç unutmuyorum yıllar sonra yapılan bir toplantıda, o zamanın valilerinden biri, düşen işçi sayısına koşut olarak, öğrenci sayısının arttığını söylüyor, özelleştirmelerin kent ekonomisine zarar vermediğini anlatıyordu. En az onun kadar para harcadığı düşünülürse, gelen her öğrenci, asgari ücretle işe alınan bir işçiye eşdeğerdi ona göre… Kuruluş felsefesi böylesi bir çarpıklığa yaslanınca, kentin bu kadar uzağına düşmesi doğaldı elbette... Öyle de oldu, BEÜ kentin kültürel, bilimsel gelişimine katkı sunamadığı gibi, eğitim alanında da başarılara imza atamadı çok fazla…
BEÜ ZONGULDAK’IN ÇOK UZAĞINDA Dahası BEÜ Zonguldak’ın o kadar uzağındaki, pek çok şeyden bihaber neredeyse. Bir tarih bölümü var, ama örneğin “Emek tarihi” üzerine çalışan bir kürsüsü yok; ülkenin sosyal tarihi açısından çok önemli bir yer olan Zonguldak, bu alanda canlı bir laboratuar gibi oysa. Yanlış bilmiyorsam, tarumar edilen EKİ arşivinden kurtulanların önemli bölümü BEÜ’nün arşivinde bulunuyor. Kimilerinin tanığıyım, EKİ’nin kendinden çok önceki dönemlere de uzanan belgeliğinde, bizimkiler değil de diğer üniversitelerden gelen akademisyenler çalışıyor. Yine, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü var ama Zonguldak edebiyatı üzerine çalışan bir akademisyene rastlayamadım bugüne kadar. Pek çok yazarın kent dışından getirilip, öğrencilerle buluşması sağlanıyor da, Zonguldaklı yazarlar ısrarla uzak tutuluyor üniversiteden. Çağrılanlar da çok katılımlı toplantılarda kaybediliyor. İletişim Fakültesi var ama yerele tek katkısı bir salona Tahir Karauğuz adını vermekten ibaret yalnızca. Ona da katkısı yok ya, neyse…
Sormak hakkım o halde: Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, örneğin, Türk edebiyatında ilk madenci öyküleri yazan Ahmet Naim üzerine neden bir sempozyum yapmaz? Kentin simge şairleri Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun şiiri üzerine bilimsel düzeydeki çalışmalara neden imza atmaz? Devam edelim sorularımıza. Hak etmediğini kesinlikle söylemiyorum ama Alev Alatlı’ya fahri doktora unvanı veren BEÜ kazandığı pek çok ödülle edebiyatımızdaki yerini kanıtlamış olan Zonguldaklı yazar İrfan Yalçın’ı öğrencileriyle tanıştırmak için bile olsa küçücük bir daveti neden çok görür? Aklım duracak yahu: “Kömürde Açan Çiçek” ile “Kömür Kokan Şiirler” gibi Zonguldak için anıtsal nitelikte iki kitaba imza atmış Hamit Kalyoncu’yu onurlandırmak için daha ne bekleniyor? Ekleyelim ardından: BEÜ Zonguldak’ın neresinde bulunuyor?