Hayatta herkesin büyük bir pişmanlığı vardır. Arkamıza baktığımızda keşke dediğimiz bir an, bir saat, bir zaman.
Yaşam bizim alabileceğimiz bir paket haline getiriyor hataları. Biz o kocaman kutunun içinden keşkelerin çıkacağına hiç inanmıyoruz. Umut, kahkaha, sevinç, belki aşk istiyoruz o kutudan. O serap; yapmadığımız şeyler, yazmadığımız yazılar, etmediğimiz yeminler ettiriyor sonunda.
Kapıldığımız rüzgârın, bir hava akımından ibaret olduğunu bir ‘an’ da algılarız. Beynimizi ya da çevremizi ele geçiren o girdap, onu bu kadar güçlü kılan duvarlar, saatlerce savunduğumuz o aşk, o tutku; niçin daha sonra bizi hırçınlıklara, kızgınlıklara sürükler, anlamayız.
Herkesin yaşamına yapmam dediklerini yaptıran, olmaz dediklerini olduran biri girmiştir. O sahneye bazen bir arkadaş, bazen boş bir kadeh, bazen de izmaritler şahit olmuştur. İnsanın kalbiyle dilini ters düşüren, bir çıkmaza sürükleyen, deli gibi kendi kendine konuşturan o duygu; nasıl olur da bu kadar güzel paketlenmiştir, sorgulamayız.
Sanırım en kötüsü de bu hatanın alışkanlığa dönüşmesidir. Zaman onu iyice içimize sindirirken, kökleri gittikçe beynimizi, kalbimizi sararken, biz hala gülüp kendimizi savunurken, bir an gelir; bunun aslında biz olmadığını bir küçük cam parçası hatırlatır, şaşırırız.
Her şeyin eskisi gibi olması için çalışırız:
Sigarayı bırakırız.
Yatağımızı toplarız.
Perdeleri sonuna kadar açarız.
Dışarı çıkar, arkadaşları görürüz.
Ne faydası var ki bunların!
Hiçbir şey eskisi gibi değildir. O gidilen yolun geri dönüşü yoktur hayatta. Bakışlar donuklaşırken, gülmek zorunluymuş gibi acı verirken, temiz hava ne işe yarar ki.
İşte, o kırmızı fiyonklu beyaz kutu aslında bizim ruhumuzu ele geçirmeye gelmiştir,
bizi bizden alıp götürmeye.
Ve sonunda, hata yapmaktan korkmayan kalbimiz, cesurca beynimizi ele geçirirken, hiç mi aklımıza gelmez, hayalperest Don Kişot’un yel değirmenleriyle savaşı…