Hayat sadece yolculuktan ibaretmiş...
Çok önceden, farkında bile olmadığım biletimle oturdum koltuğuma, şaşkınlıkla etrafıma baktım, anlamlandırmaya çalıştım çevremi; anlayamadım, alıştım. Ya da büyüdüm. Sonra izlemeye başladım.
İzliyordum.
Penceremden mevsimlerin geçişini,
Bebeklerin adımlarını,
İnsanların anlamsız yere gözümde büyüyüp küçülmelerini.
İzledim bıkmadan.
Birden koltuğuma sığmadığımı fark ettim. Sıkıştığım yerden cama vuran yağmur tanelerini saymaya başladım. Bir damlanın bir damlaya doğru kayışını gördüm. Hızla çarparken toprağa, geriye hiçbir izin kalmadığını gördüm.
Aslında hepimizin aynı otobüste olduğunu fark ettim. Hepimizin bileti önceden kesildi. Çocukken oyun sandığımız bu koridorun zamanla labirent olduğunu fark ettik ve büyüdükçe anladık ki, bedenlerimiz değil yerimize sığmayışımızın sebebi; ruhumuz…
Biz bedenlerimizi tartarken, ruhumuz o koridorlarda kaybettiği oyuncakları arıyor. Labirentin içinde; Bir bez bebek, bir misket, bir çöpten adam...
Yaşamı sorguluyorum,
Yaşamı sorguluyoruz.
Camı açmadan nefes almaya çalışıyoruz. Öndeki ihtiyar üçüncü durakta indi ve geri gelmedi.
Şu genç adam bir kadınla biniyor otobüse, yanına oturuyor kadın ve düşen yaprakları birlikte sayıyorlar.
Bense yolcuların kafasına konuşma balonları koyuyorum. “Beni sev” diyor bir kadın. “Borcumu nasıl ödesem” diyor bir orta yaşlı adam. “Çok yalnızım” diyor bir bey. “Ölsem de kurtulsam” diyor bir teyze. “Gerçekten de bir yanlış üç doğruyu götürür mü?” diye düşünüyor bir genç.
Bunlar benim balonlarımken onların GERÇEKLERİNE dönüşüyor.
Ne anlatıyorum ki ben, bunları zaten siz de biliyorsunuz ve hepimiz aynı yolda gidip aynı yerde mola veriyoruz. Sadece koltuk numaralarımız farklı, aynı camdan bakıp farklı şeyler görmek bizimkisi; biri camdan açan tomurcuklarını görürken, diğeri düşen yapraklarını sayıyor o kadar.
Ve ayrı koltuklarda büyüttüğümüz şey aynı: Bencilliğimiz.
Daha çok iş, daha çok para, daha çok öfke, daha çok hırs, daha çok nefret, daha çok savaş...
Derken yolumuzu tüketiyoruz, yaşımızı büyütüyoruz, ruhumuzu sıfırlıyoruz. Başkasının sesini, kokusunu, gülüşünü unutuyoruz. Manzara kararırken cama vuran çıplaklığımızla kalıveriyoruz. “Bu ben miyim” diye sorgularken içimizden bir ses saymaya başlıyor saçımızdaki beyazları: Bir, iki, üç...
Bir sabah uyandığımızda ansızın boşlukta buluyoruz kendimizi, sımsıkı beyazlar içinde...