Gözlerimi açtığımda ait olduğum yerden, çok uzaktaydım. Hiç kimse ne dediğimi anlamıyordu. Başka bir dilde konuşup başka bir dilde anlıyorlardı. Korkuyla bakıyordum yüzlerine, gördüğüm bir yüzden öte, tel örgülerle çevrilmiş sınırlara benziyordu. Alışılmış, hissedilmez olmuştu kokuları… En son ne zaman bir çiçeği koklamışlardı, hatırlamadılar bile. Burada gözlerinin içi gülen hiç kimseyi de görmemiştim, tuhaf ama göz göze gelmek sanki bütün çıplaklığıyla görülmek gibi geliyordu onlara.
Bu kente yürürken kulağımda son ses çalan bir parça oluyordu, zaman. Rahatsız ediyor, onu umursamayınca da akıp giden bir sıvı haline geliyordu. Gri kaldırımlardan, sisten ve güneşin hiç doğmadığı bir şehirden bahsediyorum. İnsanlar (!) kirli bir girdabın içinden elleri tertemiz çıkıyor, tiz sesleriyle her şeyi kırıp döküyor sonra da hiçbir şeyi kanatmadan yerine bırakıyorlardı.
Herkesin birbirini sevdiği bir ülkeden gelmiştim ben. Güneş hiç batmadı, hiç batırmadık. Ölüm hiç uğramadı, öldürmedik. Güller hiç solmadı ve hiçbir bülbül gül için uçup gitmedi. Öyle bir yerdi ki aldığımız her nefesi gülüşlerimizle örterdik. Oysa şimdi bir hayal gibi her şey, mırıldanıp sözlerini hiç anımsamadığım bir ezgi gibi…
Buradaki insanlar ise, Kaf Dağı’na saklanmış, yerlerine de boşluk bırakmışlardı. Anlamıştım.
Sessizce alışmaya başlamıştım bu soğuk kente, en kötüsü de gitgide onlara benzemem olmuştu. Bir yerlerde kalbimin atışını duyuyordum ama bana yetmeyecekti, bunu da biliyordum. İnsan kötülüğe alışır mı? Sırf öyle istedikleri için yaşamından, duygularından vazgeçer mi? Sahi en son ne zaman bir kuşa günaydın demiştim, bilmiyordum. Ve ne zaman sarmıştı kalbimi bu karanlık, şaşırıyordum...