İnsanın içi bir yapboz ,orada o kadar çok duygu var ki... Öylece, uyum içinde bir kabarırlar, bir yatışırlar. Yalnız bir duygu var ki, diğerlerine ihtiyacı yoktur. Bir kral gibi tahtında oturur sonsuza kadar. Yüzyıllar önce de hükümdardı, şimdi de hükümdar, gelecekte de insan onun kölesi.
Başka dillerde de aynı heceler dudaklar onu.
Aşk, insanı hep yalnız bırakmıştı. Biri sanki senin içinden ruhunu çekip almış, Kaf Dağı’nın arkasına saklamıştı. Bilmiyordu işte bilse o dağın arkasına gider, bulurdu kaybettiği parçasını. Arıyordu; ama neyi aradığını da bilmiyordu insan. Kaybolan şey neydi; kalbi mi, ruhu mu, aklı mı? Belki de hepsi...
Aşık olan insan her şeyi yarım bırakırdı. Yemeğini, konuşmasını, işini, kendini... Bilerek yapar bunu, bilerek eksik bırakır yarısını, geri kalan sevgilinindir çünkü.
Aşık insanın gözleri dalar sık sık, onu hatırlar. Onunla hiç geçiremediği zamanları düşünür. Kafasında bir sahne kurar, sahnenin içinde iki kişi. Kendi yazar konuşmaları, istediği şekle büründürür aşkını. Aşk, ah bu aşk, nasıl da güçsüzleştirmişti insanı. Ondan çaldıkları yetmezmiş gibi bir de düşlerini almıştı.
Aşık bilir ki, sevmesi için sevgiliye ihtiyacı yoktur. O yüzden bu kadar kutsaldır aşk. Yokken, hiç gelmemişken, hiç sevmemişken onu yaşatmaktır, yüreğinde.
Aşk, insanın bir tarafını güçlü yaparken bir tarafını kırar. Olur olmadık şeylere kızmaya, gülmeye başlarsın. Ayna da gördüğün kendi yüzün değildir artık. Onu görürsün baktığın her yerde. Yağmurun yağması sevgilidendir. Güneşin doğması onun içindir. Kafka derki, “Unutamayacağım bir doğa olayıydı yüzün istasyonda Milena: Bulutlardan değil, kendiliğinden gölgelenen bir güneştin sanki..”
Ne güzel söylemiş Kafka, yaşadığı sonsuz aşkı nasıl da sebeplendirmiş, sonucunu Milena’ya bağlamış. Oysa bilir misiniz Kafka, Milena’yı hayatında sadece iki kere gördü. Onun yaşadığı aşktı işte, Milena Kafka’nın içindeydi zaten, onunla konşuyor, oturuyor, düşünüyordu. Milena olmadan aşıktı Kafka zaten.